Krize Genel Bakış

Sırrı Emrah Üçer

17 Kasım 2018, ‘Sınıf perspektifinden krize bakmak’ paneli

Merhabalar, herkese iyi günler. Sunumun temelini Türkiye’de şu andaki ekonomik göstergelerle ilgili derlediğim veriler oluşturuyor, ama girişte kısaca bu kriz meselesi üzerine bir tartışmanın olası sorularını atmak istiyorum ortaya.

Bir kere bizim şöyle bir sorunumuz var: Kriz meselesi çok fazla ekonomist, çok teknisist bir yerden tartışılıyor. Halbuki bizim krizi daha ekonomi-politik bir çerçeveye çekmemiz lazım. Peki ekonomi-politik bir kriz tanımı nasıl yapılabilir. Aslında ekonomi-politik bir kriz tanımı yapabilmek için politik, ideolojik, kültürel reçeteleri de işin içine sokmamız gerekiyor. Bu kapsamda mutlaka demografiden de bahsetmemiz gerekiyor, toplumsal cinsiyetten de bahsetmemiz gerekiyor, ve tabii ki ekolojik perspektiften de bahsetmemiz gerekiyor; ama tabi bu çok zor bir proje. Böyle olduğu için genellikle bizim sol çevrelerdeki kriz tartışmaları da bakıyorsunuz daha böyle bir ekonomist / teknisist bir tartışma haline geliyor.

Halbuki Türkiye geçmişine baktığımız zaman adına ekonomik kriz dediğimiz krizlerin hepsi aynı zamanda birer ideolojik, kültürel politik kriz: Özellikle siyasi partiler arası veya toplum içindeki siyasi kamplar arası bir takım çatışmaların doruğa çıktığı dönemler. Aslında bu da bir tesadüf değil, yani kriz dediğimiz meselenin sadece teknik olarak okunmaması gerekiyor; mutlaka siyasi ve kültürel olarak da okunması gerekiyor.

Bir diğer önemli mesele bu kriz tartışmaları yapılırken mesela demografik süreçlerin biraz üzerinden atlıyoruz. Aslında Türkiye ile ilgili de diğer ülkeler ile ilgili de biriken konjonktürel, yani uzun vadeli birtakım demografik sıkıntılar var; birtakım demografik dönüşümler var. Bu demografik dönüşümler mesela bu güncellikte patlak veriyor. Ama biz kriz tartışması yaparken bazen bu demografik meselelerin üzerinden atlayabiliyoruz.

Benzer bir biçimde ekolojik mesele de çok önemli. Ekolojik mesele aslında tam 21. yüzyılın başında patlak veriyor; küresel ısınmanın sonuçları artık saklanamaz, gizlenemez hale geliyor ve bunun bu güncelliğe denk gelmesi de aslında krize ilişkin birtakım öznellikler, birtakım yenilikler yaratıyor. Ama biz yine yaptığımız kriz tartışmalarında ne yazık ki bu perspektifleri çok fazla işin içine sokamıyoruz.

Benim yapacağım sunumda da bütün bu boyutlarıyla krizi ele alabilirim gibi bir iddiam yok, daha çok tartışmanın akması gereken mecraya ilişkin bir öneri olarak söyleyebilirim. Ben bugün hazırladığım sunumda bu genel ekonomik / teknisist verilerin yanı sıra biraz demografik verilere de yer vermeye çalıştım. Çünkü Türkiye’de demografi meselesi çok kritik bir mesele; özellikle son 20-30 senedir çok köklü değişimlerin yaşandığı bir alan. Biraz bu eksikliği kapatmaya çalışacağım ama tabi ki bu yeterli de değil.

Bir de şöyle bir çağrım var: Biz bu kriz tartışmaları olurken çok fazla kendimizi sınırlayıp, sağcılar ne diyor, diye bakıyoruz. Bence öyle yapmayalım, bence genel olarak Türkiye politikasına, ideolojisine göre bilgimizi gördüğümüzü bu alana da yansıtmaya çalışalım derim. Yani Türkiye’de herhangi bir başka politik tartışma yapılırken bakıyorsunuz çok çeşitli kaynaklar referans veriliyor, çok çeşitli kavramlar kullanılıyor, ama mesela ekonomik kriz tartışması yapılırken bir anda hepimiz Mahfi Eğilmez’e dönüşüyoruz. Ben de bunun çok dışında bir sunum yapacağım için değil de, bir genel girizgah olsun diye böyle bir vurgu yapayım dedim.

Tarihsel arkaplan

Şimdi ben sizin için aslında bir tarihsel arkaplan da hazırladım ama biraz hızlı geçeyim.

Her ne kadar eleştiriyor olsak da, her ne kadar iktisadi refahın en doğru ölçüsü olmadığını biliyor olsak da, aslında bu ekonomik meseleler -ekonomik kriz konusu da dahil olmak üzere- milli gelir seviyeleri üzerinden tanımlanıyor. Yani ülkelerin teknik olarak kriz olarak tanımladığı dönemler aslında iki çeyrek üst üste ekonominin küçüldüğü dönemler; negatif büyüme olan dönemler.

Peki bu anlamda Türkiye’nin geçmişine baktığımız zaman nasıl bir manzara görüyoruz? Şimdi burada kırmızı okla işaretlediğim yıllara lütfen dikkat edin; bunlar 1994, 2001, 2009, 2015 yılları. Bunlar aslında Türkiye ekonomisinin işte daraldığı ve bizim de kriz dönemleri olarak hatırladığımız dönemler. Belki bunun öncesine bir de 1977-78’i koyabiliriz. Ne oldu, 1994’te Nisan krizi oldu, 2001’de Şubat krizi oldu, 2009’da bizden teğet geçen bir kriz vardı hatırlıyorsunuz; ama o da Türkiye’de ekonominin küçülmesiyle sonuçlandı. Bir de aslında 2013’ten beri içine girdiğimiz daralma süreci var.

Verilerin güvenilirliği

Buradaki seri, cari dolar üzerinden; şimdi bu seri ne zaman kullanılır? Mesela siz Türkiye’nin milli geliri atıyorum Arjantin ile karşılaştırmak istiyorsanız bu veriyi kullanırsınız, ama yurtiçinde bu kullanılmıyor. Hangisinin kullanıldığına biraz sonra bakacağım. Şimdi buradaki eğilim bu kişi başına gelire geldiğinde biraz daha netlik kazanıyor. Aslında çünkü kişi başına milli gelire baktığımız zaman nüfus artışını da işin içine sokmuş oluyoruz. Az önce işaretlediğimiz noktalardaki daralmalar burada daha da net bir biçimde görülüyor.

Aslında işte demek ki bu cari dolar cinsinden milli gelirimize baktığımız zaman, teknik anlamıyla da diyebiliriz ki, Türkiye 2013’ten itibaren bir ekonomik daralmaya giriyor. Bu özellikle yurt dışıyla ilişkisi daha derin olan, daha sık yurtdışına gidip gelen veya yurtdışı ile ilgili ekonomik ilişkilere daha çok giren insanların da daha net hissettiği bir şey: Cari dolar cinsinden olduğu için. Peki nasıl oluyor da biz TÜİK verilerinde bunu göremiyoruz? Çünkü TÜİK verileri aslında büyüme oranlarını sabit TL üzerinden hesaplıyor. Sabit TL verilerine baktığımız zaman sanki Türkiye’de 2010’larda herhangi bir ekonomik daralma yokmuş gibi bir görüntü ortaya çıkıyor.

İşte en son 2009’daki bizden teğet geçen krizle ilgili bir daralma olmuş. Bunu aklınızda tutun burası çok önemli. Şimdi bu da kişi başına milli gelirimiz. Burada dağılma biraz daha net görülebiliyor. Az önce de söylediğim gibi nüfus artışını da işe dahil ettiğimiz için. Şimdi bu 2009 meselesi kritik. Niye kritik? Çünkü biz milli geliri hesaplarken 2009 senesini baz alarak hesaplıyoruz. 2009 senesi az önceki grafiklerde gördüğünüz gibi, Türkiye ekonomisinin son dönemlerde en sert daralmayı yaşadığı bir dönem. Dolayısıyla en sert daralmanın yaşandığı döneme göre siz TL fiyatlarını baz alırsanız o zaman onu takip eden dönemdeki büyüme oranlarınız daha yüksek çıkıyor.

Şimdi bu grafik arkadaşlar bir dizi ülkenin yaptığı revizyonu gösteriyor. Bu milli gelir ölçme revizyonu. Bu milli gelir ölçme revizyonu bir yandan uluslararası standartlardaki birtakım değişimlerden dolayı yapıldı, ama bir yandan da ülkeler hazır fırsatını bulmuşken kendileri de gerekli gördükleri değişiklikleri yaptılar. Bu yapılan değişiklik neticesinde en büyük sapmanın oluştuğu ülke, gördüğünüz gibi Türkiye oldu. Başka yüksek ülkeler olarak işte Hollanda var Kore var, ama Türkiye’ninki hepsinden çarpıcı bir biçimde daha yüksek.

Hesapları yaklaşık %10 civarında değiştirecek bir revizyon yaptı TÜİK. Ve 2009 senesinin baz seçilmesi, bu beraberinde ne getirdi? Eğer ki bizim büyüme oranımız eski seri ile hesaplanıyor olsaydı şu turuncu seride gördüğünüz gibi olacaktı; ama yeni seride hesaplandığında mavi seriyle görüldüğü gibi oldu. Bu da TÜİK’in istatistiki revizyonu neticesinde oldu. Gördüğünüz gibi çok ciddi bir fark var. Bu revize edilmiş yapıyı dikkate aldığımızda, bunu doğru kabul ettiğimizde ortaya böyle bir manzara çıkıyor. ‘İşte büyüme oranları; aslında 2009’dan sonra neredeyse daralma yok, toparlanma var’ (!). Niye? Çünkü zaten 2009’u baz aldığımız için sonrasındaki dönemde bir yükseliş var.

Ama tabi bütün bu revizyona, makyaja, TÜİK’teki işte bildiğiniz o atamalara, görevden almalara vs rağmen 2018 büyüme rakamları çok daha düşük bekleniyor. 2019 için de daralma bekleniyor. Bir de bazen şöyle bir hata yapıyoruz; mesela Türkiye’nin verilerine bakıp belli bir dönem boyunca büyüdüğünü görüp diyoruz ki, ‘Demek ki Türkiye’de 2000’lerde çok başarılı ekonomi politikaları olmuş’. Daha muhalif duran iktisatçılar da işte şöyle bir dönemleştirmeye gidebiliyor: ‘2000lerin ilk yarısı çok güzel ama işte 2010’dan sonra otoriterleşme ile beraber her şey çok kötü oldu’, filan.

Türkiye’ye karşılaştırmalı bakış

Şimdi mesela bu tip veriler sağlıklı mı değil mi, bunu anlamak için arkadaşlar, mümkün olduğu kadar Türkiye’nin kontrol grubu olan ülkelerle beraber bakmamız lazım. Türkiye nedir, Dünya Bankası klasmanına göre, üst orta gelir grubunda bir ülkedir. O zaman ne yapacağız? Türkiye ile ilgili verileri mutlaka bu temel üsluba göre üst-orta gelir grubundaki ülkelerle karşılaştıracağız ki, Türkiye’deki verilerin Türkiye’ye özgü bir anormallik mi, bir başarısızlık mı, yoksa genel olarak çevre ülkelerin işte geç kapitalistleşmiş ülkelerin içine girdiği süreçlerin bir yansıması mı olduğunu anlayalım.

Şimdi bu büyüme verisine baktığımız zaman aslında Türkiye’nin büyüme oranlarının üst-orta gelir grubundan ciddi bir biçimde ayrılmadığını görüyoruz. Bunu biraz daha beş yıllık bir ortalama şeklinde alınca daha anlaşılır oluyor; buradaki turuncu seri, üst-orta gelir grubundaki ülkeler, mavi seri ise Türkiye. Türkiye 2000’ler boyunca ve 2010’lar boyunca içinde bulunduğu üst-orta gelir grubu ülkelerden (hangi ülkelerdi bunlar, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika vs) ne çok büyük bir ölçüde yukarıya çıkmış ne de ciddi bir biçimde bunların altında kalmış. Tekrar söyleyeyim bütün bu istatistikler politik olarak yapılandırılan istatistikler. Elimizde başka bir karşılaştırma olmadığı için bunların doğru olduğunu kabul ederek bunları konuşuyoruz.

Cari açık

Türkiye ekonomisi söz konusu olduğu zaman, benim çok sevdiğim bir konu cari açık konusu. Türkiye ekonomisinin bir takım yapısal zaafları var. Bu yapısal zaaflar aslında Türkiye’nin  geçmişten bugüne yaşadığı birçok krizin de ardında yatıyor. ‘Türkiye ekonomisinin yapısal zaafları 101’ dersi olsa, ilk anlatılacak konu cari açık olur.

Cari açık nedir? Cari açık, esas unsurunu dış ticaret unsurunun oluşturduğu, bir ülkeye bir sene içinde giren mallarla çıkan mallar arasındaki farkı gösteren seridir. Bu cari açık serisine baktığımız zaman Türkiye’nin, 1940’ları istisna tutarsak, özellikle de çok partili sürece girdikten sonra hemen hemen hiç cari fazla vermediğini görüyoruz. En son verilerde sanki bir dış ticaret dengesi yakalanır gibi oldu. Ama bu korkunç bir daralmanın habercisi aslında, çünkü cari fazlanın olabilmesi için iki dinamiğin beraber çalışması gerekiyor. Bir yandan iç talebin çok daralıp çok daha az ithal mal kullanması gerekiyor. Yani şu bilgisayarı iki senede bir, üç senede bir değiştiriyorsam artık on senede bir değiştiriyor olmam gerektiriyor. Bu da  üzücü olur, bu tip sunumlar falan yapamayız mesela. Hepimiz üzülürüz. Bir yandan da içerde emek maliyetlerinin özellikle baskılanıp, dışarı nezdinde bizim emek gücümüzün ciddi anlamda ucuzlamasıyla mümkün olabiliyor. Yani iki taraftan da aslında toplumun işte tüketme gücünün, isteğinin, potansiyelinin baskılanması ekonominin daraldığı dönemlerdir. Bu cari açığın kapandığı dönemlerdir.

Meğer ki arkasında ciddi bir teknolojik atılım olsun -ülkenin ihracat ürünleri beyaz eşyadan işlemciye dönüşsün- öyle bir durum olmadığını biliyoruz Türkiye’de. Tamamen iç talebin baskılanması ve içerdeki maliyet unsurlarının zorla bastırılmasıyla oluşan bir kapanma var. Ama aslında yapısal olarak Türkiye’nin bu cari açık sıkıntısı devam ediyor diyebiliriz.

Peki bu cari açık sıkıntısı beraberinde ne getiriyor? Tabii ki bütün bu açığı verebilmeniz için sizin düzenli olarak dünyadan borçlanmanız lazım. Yani dünyadan borç almadan, kredi almadan bu büyümeyi sürdüremezsiniz. O yüzden işte bu Türkiye’deki az önce size gösterdiğim dönemlerdeki büyüme dönemleri aslında en sert cari açık dönemleri. Bakın burada gene kırmızıyla işaretledim. Bu kırmızıyla işaretlediğim tarihler gördüğünüz gibi cari açığın hareketleri ile ekonomik durum arasında bir ilişki olduğunu gösteriyor.

Tasarruf ve borçlanma

Şimdi bizi dış borca zorlayan diğer bir yapısal unsur da tasarruf oranıdır. Şimdi yapısal olarak işte bizim bu geç kapitalistleşmiş dediğimiz, veya çevre ekonomiler dediğimiz Türkiye gibi ekonomilerin yapısal bir özelliği var; o da şu, çok yüksek bir büyüme oranı hedefliyorlar. Bu çok yüksek büyüme oranı için çok yüksek miktarda yatırım yapmaları gerekiyor. Ama bu yatırımları finanse edecek iç tasarrufları yok. O zaman ne yapıyorlar? Bu yatırımları finanse etmek için dış borca başvuruyorlar.

Türkiye’de özellikle 1950’lerden beri çeşitli kanallarla yoğun bir miktarda dış borç kullanıyor. Özellikle 70’lerin ikinci yarısında bunun hacmi yükseliyor, bunun hacminin yükseldiği bir diğer dönem 1990’lar, bir diğer yükseldiği dönem de bildiğiniz gibi 2000’ler. Türkiye ekonomisinin tasarruf oranlarının düşüklüğü burada; bakın orta düzey geliri ile karşılaştırıldığında aslında bütün bu çevre ekonomilerde mevcut olan düşük tasarruf oranları sıkıntısının Türkiye’de daha da sert olduğunu görüyoruz.

Tabii şunu da ekleyeyim, bunlar da revize edilmiş rakamlar, aslında 2009’daki o revizyonla milli gelirin hesaplanmasının yanı sıra tasarrufların hesaplanması da revize edildi ve mevcut yapı stokları, inşa edilmiş bina stokları da tasarruflara dahil edildi. Bu tasarruflarımızı 5 ila 10 puan arasında arttırdı, yüzde cinsinden, buna rağmen yine de bizim tasarruf oranlarımız orta gelir düzeye göre çok daha düşük. Yani çok tüketen bir toplumuz, bu da bizim yatırımlarımızı finanse etmek için daha fazla dış kaynağa muhtaç olma durumumuzu pekiştiriyor, cari açıkla beraber.

Artan dış borç stoğu

Bütün bunlara bağlı olarak da işte Türkiye’nin tarihsel dönem içerisinde artan bir dış borç stoğu var. İşte baktığımız zaman -yine ben burada bir takım tarihleri işaretledim- 1993, 2000, 2008 ve 2017: Zaten dikkat ederseniz, burada dış borç miktarlarının patlama yaptığı bu dönemler tam da kriz öncesi dönemler. 1993; hemen arkasından biliyorsunuz Nisan krizi geldi. 1999’da Türkiye’nin dış borcu ilk defa 69 milyar doları bulmuş. 2000’de, biliyorsunuz 2001 krizinin hemen öncesi, 117 milyar dolarlık bir dış borç birikmiş.

Şimdi o dönem dış borcun esas gövdesini devletin borçları yani kamu sektörü borçları oluşturuyordu. Sonra bir diğer dış borç sıçrama dönemi 2008: Sonra biliyorsunuz, 2009’da bir daralma yaşadık. Sonra da bütün bu tarih içerisindeki tarihi zirveyi mutlak büyüklük olarak 455 milyar dolarla 2017 senesi oluşturuyor. Şimdi bunun arkasından bir şeyler bekleyebiliriz.

Bu dış borç büyük çünkü aslında yavaş yavaş kontrol edilebilir hacimden çıkmaya başlıyor. Bu dış borç stoğunu bir de milli gelir yüzdesi olarak hesaplayalım, çünkü iktisadi göstergelerde bazen şöyle bir hataya düşüyoruz, mesela mutlak büyüklük olarak alıyoruz 455 milyar dolar. Peki 455 milyar dolar ne demek? Aslında bunu milli gelirimizin bir yüzdesi olarak hesapladığımız zaman bu daha sağlıklı bir veriye dönüşmüş oluyor.

Bir de mesela bu eskiden önemi olmuyor gibi gözüken dönemlerin ağırlığı da daha iyi anlaşılıyor. Böyle baktığımız zaman Türkiye’nin birtakım tarihi zirve noktaları var. İlk dış borç konusunda tarihi zirve noktası 1978 yılı. Biliyorsunuz işte tam da korkunç bir krize girdiğimiz, aslında politik bir krizle birleşmiş ekonomik krize girilen, arkasından da 24 Ocak’ın, 12 Eylül’ün geldiği bir dönem. İşte sonra 1987’de milli gelirin yüzde 48’ini görmüş dış borç. 1987 senesi de çok kritik bir sene. İşte o sene referandum yapıldı, siyasi yasaklar kaldırıldı. Arkasından madenci yürüyüşü yapıldı; yani yine bir kritik dönüm noktası.

Sonra 1994’te milli gelirin yüzde 52’sini bulmuş dış borç. Bu da biliyorsunuz kritik bir dönem. Sonra da bugün, işte yüzde 54. Bugün derken, 2017 verisi bu. 2018 verisi geldiğinde belki de yüzde 60’ları görüyor olacağız, dış borç stoğunun milli gelire oranı anlamında. Bu da tarihi olarak Türkiye’nin dış borç stoğu rekoruna, milli gelirin oranı cinsinden yaklaştığımızı gösteriyor. Hangi koşullar altında bu durum çok büyük bir problem?

Şimdi zaten dünyada borçlanmadan büyüyen bir ülke ekonomisi yok. Eğer siz sürekli yeni borç bulabiliyorsanız o zaman bu borcunuzu çevirebilirsiniz. Ama eğer bir şekilde artık uluslararası finans piyasaları sizin borçlarınızı çevirebileceğinize olan inancını kaybederse sizin dış borç bulmanız çok daha zor hale gelir veya çok daha yüksek maliyetlerle dış borç bulabilir hale gelebilirsiniz: İşte TL’nin son dönemde yaşadığı korkunç değer kaybı, işte faizlerin sürekli olarak artması. Yani Türkiye’nin dış alemden aldığı borçlardaki faiz oranlarının yükselmesi, hem de içerdeki faiz oranlarının yükselmesi, aslında biraz bu dış borç stoğunun 455 milyar dolara yani milli gelirin yüzde 50’sinin üzerine dayanması ve yavaş yavaş yeni borç olanaklarının olmadığının da anlaşılmasıyla ilgili.

Özel sektör borcu tırmanıyor

Bizim dış borcumuzun ana gövdesi 2001senesinde kamu sektörünün borcuydu. Yani devletin borcuydu. O yüzden Şubat krizi güm diye patladı. Çünkü ne oluyor şimdi kamu sektörünün borcu olduğu zaman bir noktada, devlet elindeki parayı çevirememeye başlıyor ve çok net bir kriz tarihi işaretleyebiliyoruz. Ama şimdiki dış borç esas olarak özel sektörün dış borcu: Yüzde 70-80 arası özel sektörden kaynaklanan borç. Bu beraberinde şunu getiriyor. Şubat krizinde olduğu gibi veya daha önce Nisan krizinde olduğu gibi çat diye devletin hani borçlarını çeviremez hale gelip krizin adeta ilan edildiği bir tarih koyamıyoruz; ama ne oluyor parça parça geliyor. İşte hepimiz sosyal medyadan her gün konkordato ilanlarını takip ediyoruz. İşte bir bakıyoruz Türk Telekom şöyle olmuş, bir bakıyoruz Yeşil Kundura böyle olmuş.

Adım adım, ama çok daha aniden patlayıp hızla toparlanabilen bir kriz değil çünkü arkasında devlet olduğu zaman bu borçları devlet her zaman uzun vadede yapılandırabilir, ödeyebilir. Daha uzun vadede kendini gösterecek olan, parçalı ama daha etkili bir kriz sürecine giriyoruz. İşte bunu uzmanlar 1997-2000 arasında Asya’da gerçekleşen krize benzetiyorlar. Asya’da başlayan oradan Moskova’ya oradan Türkiye’ye ve Arjantin’e yansıyan krize benzetiyorlar. Böyle bir sürece giriyoruz ne yazık ki.

İşte tarihsel olarak baktığımız zaman, Türkiye’nin dış borç stoğu ile mesela Brezilya’nın dış borçlarının karşılaştırın, ki geleneksel olarak Latin Amerika ülkeleri çok borçlu ülkelerdir.  1982 senesindeki borç krizi Meksika üzerinden Latin Amerika’da patlamıştır. Mesela bakın burada 1980’lere gelene kadar Türkiye’nin serisi Brezilya’nın altında. Brezilya’yı Güney Amerika’yı temsil eden bir ülke olarak kabul edin. Ama sonra yavaş yavaş 90’larla, 2000’lerle beraber artık Türkiye bu çevre ekonomiler içerisindeki daha borçlu ülkeler içerisine giriyor.

Bu da işte zaten 90’larla beraber Türkiye’nin yaşadığı finansal krizlerin sıklığının artmasına yol açıyor diyebiliriz. Türkiye’nin şu andaki dış borç stoğu demek ki tarihsel oranlarla karşılaştırıldığı zaman da çok önemli bir düzeyde, milli gelirin oranı olarak da çok önemli bir düzeyde, uluslararası karşılaştırma yapıldığında da çok önemli düzeyde.

Burada da işte Türkiye mavi seviyede; şu gördüğünüz turuncu seviye üst-orta gelir grubunun olduğu seviyeler. Gördüğünüz gibi 2010’larda borç biriktirme anlamında üst-orta gelir grubunun bayağı bir üzerindeyiz. Bunun anlamı şu: Türkiye’de işte belki hatırlarsınız tam şuralarda 2007-2008-2009 gibi bir frene basma, gaza basma tartışması yaşadı. İşte ‘frene basalım’cılar vardı – Ali Babacan, Mehmet Şimşek yani hükümet içindeki teknokrat, Kemal Derviş’in takipçisi olanlar; bir de ‘gaza basalım’cılar vardı. Aslında tüm dünyada çevre ekonomiler uluslararası finans piyasasının telkinleriyle frene basarken biz gaza basmaya devam ettik; amiyane tabirle ‘yarın yokmuş gibi’ borçlanmaya devam ettik.

İşte ciddi bir yapısal kriz dinamiği Türkiye ekonomisinin bu gördüğünüz dış borç meselesidir. Şimdi bu dış borç meselesi nereye yansıyor? Dediğim gibi zaten borçla büyüyorsunuz yatırımlarınızı borçla finanse ediyorsunuz: Ne zaman bu bir sıkıntı haline geliyor? Yavaş yavaş uluslararası finansal piyasalar, bankalar ‘Türkiye herhalde bu borçlarını çeviremez, biz bunlara artık çok daha pahalı kredi verelim’ dediğinde görünür hale geliyor.

Döviz şokları

Herkes yana yakıla dolar, döviz aramaya başlıyor borçlarını çevirebilmek için. Sonuç olarak da dolara dönük korkunç bir talep patlaması oluyor. Her mal gibi talebi patlayan doların fiyatı yükseliyor. Nasıl ki her malın talebi patlayınca fiyatı yükseliyorsa, doların da fiyatı yükseliyor.

İşte mesela yine burada işaretlediğim noktalara dikkat edin. Zaten hemen hemen bütün grafiklerde işaretlediğimiz noktalar aynı noktalar. Bu da tesadüf değil, çünkü zaten bütün bu veriler birbirini tetikleyen, birbiri ile yakın ilişki içinde olan veriler. İşte Türkiye’nin ‘tarihsel olarak 1 dolar kaç TL eder?’ verisine baktığımız zaman, bir sıçramanın 2001 Şubat krizinden sonra olduğunu görüyoruz: Yaklaşık 60 kuruş civarından 1.50 liraya çıkmış; tabii o zaman 60 kuruş 600 bin lira ve 1.50 lira 1.5 milyon liraydı. Sonra 6 sıfır attık.

‘Mega projeler’ ve kur riski

Bir diğer sıçrama noktası 2009’daki 1,59. Şimdi burada dikkat çekici olan şey şu, 2001’den neredeyse 2011-2012’ye gelene kadar aslında dolar 1.50 lirayla 2 lira arasında çok yavaş bir şekilde artmış. Bu dönem içerisinde çok fazla dış borç kullanıldı. Az önceki grafiği hatırlayın. Bu dış borç niçin kullanılıyor? Bu dış borç bir yandan cari açığı finanse etmek için kullanılıyor bir yandan da yeni yatırım projeleri için kullanılıyor.

Yatırım projesi dediğimiz şöyle bir şey, diyelim ki siz Osmangazi Köprüsü yapıyorsunuz. Köprünün projesinin ilk sinopsisi 2005’te yapılıyor, anlaşmaların ilk adımları 2006-2007-2008’de atılıyor. El sıkışıldığında diyelim ki 2010, 2011. Aslında hem Osmangazi köprüsü hem işte bu tüp geçit, hem 3.köprü, hem 3.havalimanı, yani Türkiye’nin bu yeni ulaştırma, enerji, altyapı yatırımlarının hemen hepsinin bu proje anlaşma safhası, doların 2 liranın altında olduğu bu döneme denk düşüyor. Sanki hiçbir kur krizi yokmuş, hiçbir kur riski yokmuş, Türkiye’nin geçmişinde hiç korkunç kriz anları yokmuş gibi muazzam projelere imza atılıyor.

Şimdi bu projeler öyle projeler ki siz projeyi imzalarken o projenin finansal ömrünü de hesaplıyorsunuz. Finansal ömrü ne demek? ‘Ben bu iş için 1 milyar dolar kredi kullanıyorum, işte yirmi yıl boyunca her yıl 50 milyon dolar gelir sağlayarak bu projenin finansal ömrünü tamamlayacağım’ diyorsunuz mesela. Bütün bu yatırımların üreteceği hizmetlerin fiyatlamasını da dolayısıyla döviz cinsinden yapmış oluyorsunuz. Sonra siz inşaata başlıyorsunuz. İnşaatlar biteceği sırada ne oluyor; Türkiye’de Türk Lirası’nda korkunç bir değer kaybı yaşanıyor ve bir anda tüm bu yatırım projeleri birer patlamaya hazır barut fıçısına dönüşüyor.

Hazine garantisi

Devlet de ne yapıyor, bu kur riskini gördüğü için 2013’ten, 2014’ten beri birtakım tedbirler alıyor. Mesela diyor ki, ‘Ben bu ihalede kuru sabitledim’ diyor: ‘Siz kendinizi üzmeyin, ben size hazine garantisi veriyorum’. Hepimizin artık kamuoyundan yakından bildiği hazine garantisi olayı. Yani işte ‘Bu köprüden hiç araç geçmese de ben sana geçiyormuş gibi bunun fiyatını vereceğim. Hem de her aracın geçiş fiyatı dolar üzerinden hesaplanıyor olmasına rağmen vereceğim.’

İşte mesela şehir hastanelerinde hasta garantisi olarak ortaya çıkıyor. Çok şeffaf da olmayan bir süreç. Bir de devlet ne yapıyor; devlet bankalarını sürece sokuyor. Artık hani bu kur riski çok görünür olunca, hani Türkiye’nin dış borç yükünü yürütemeyeceği artık aşikar hale gelince bu sefer o dış borca aracılık etmesi için bir şekilde hasbelkader özelleştirmelerin dışında kalmış olan Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıf Bank gibi devlet bankaları bu yatırım projelerine finansör olarak itekleniyor.

İşte buraya baktığımızda, şeyle beraber düşünün bunu, 2000’lerdeki korkunç borçlanma ve çok kapsamlı altyapı yatırımlarıyla beraber düşünün; muazzam bir kriz dinamiği var. Bu yüzden döviz kuru çok önemli. Çünkü döviz kuru her arttığında aslında kriz dinamiğinin keskinleşmesini getiriyor. Tabii, bu döviz kuru sadece finansman açısından, yani dış borç yükü açısından kritik değil, aynı zamanda bizim gündelik hayatımızı sürdürmemiz, işte benzinden tut da işte A4 kağıda kadar bütün geçimlik malzemelerimizi almamız açısından da kritik.

TL’nin değer kaybı

İşte geçimlik malzeme; mesela laptop, değil mi; bu olmadan geçinemem ben. Bütün bunları almamız da zorlaştırıyor. Yani genel olarak hayatımızı sıkıştırıyor. Ama genel olarak hayatımızı sıkıştırmasının ötesinde, biz bunun isyanını işte markete gidip peçete almaya çalışırken yaşıyoruz ama bizim hayatımızı gündelik olarak zorlaştırmasının dışında bütün büyük altyapı yatırımlarını birer barut fıçısına çevirdiği için de çok tehlikeli. Bakın, hepimiz mesela 1 dolar kaç TL eder diye bakıyoruz, bir de ben burada grafiği ‘1 TL kaç dolar eder’e çevirdim; böyle olduğunda düşüş daha da acıklı gördüğünüz gibi.

İşte 1 TL 1.60 dolar yaparken 2000 senesinde, bugün 0.17; yani onda birine tekabül ediyor. Eskiden 1 lirayla -tabii ki o 2000 senesinde 1 milyondu- 1.6 dolar alabiliyorken şimdi 1 lirayla 16 cent alabiliyorsunuz. Onda birine düşmüş, büyük bir hızla düşmüş.

Şimdi bu yıllık değer kaybı açısından baktığımız zaman da tarihsel olarak yıllık değer kaybının en çok yaşandığı iki dönem var. Birisi 2001; %50’ye yakın bir değer kaybı yaşandı. Bir diğeri de 2018; %40’a yakın bir değer kaybı yaşandı. Tabii 2018 daha bitmediği için tam değer kaybını öngöremiyoruz.

İşsizlik verileri

Tabii bir de bütün bu ekonomik göstergeleri gösterip de güncel işsizlik verilerinden bahsetmemek olmaz. Çok hızlı geçeceğim. Şimdi arkadaşlar, biz bu işsizlik verilerini genellikle yanlış okuyoruz. Mesela bir ülkede %10 işsizlik olması demek o ülkenin nüfusunun %10’unun işsiz olması demek değildir. İşsizlik işgücü içerisinde hesaplanır.

Türkiye’ye baktığımız zaman önce aktif nüfusu tanımlamamız lazım. Şimdi biz iktisatta veya demografide 15 yaş üstü çalışabilir insanlara ‘aktif nüfus’ diyoruz Türkiye’de 2018 Ağustos ayı itibariyle aktif nüfus TÜİK verilerine göre 60 milyonun biraz üzerinde. 60 milyon 773 bin kişi. Bu, 15 yaş üstü nüfus. 60 milyonun içinde işgücüne katılanlar var, işgücüne katılmayanlar var. İşgücüne katılanlar ne kadar; 33 milyon.

Yani aslında bu 60 milyon aktif nüfusun sadece 33 milyonu işgücüne katılıyor. Biz işsizi de işte bu 33 milyon içerisinde hesaplıyoruz. Bu 33 milyonun 29.3 milyonu istihdam ediliyor, 3.6 milyonu işsiz. Aslında ‘işsiz’ dememek lazım, ‘iş arıyor’ demek lazım. Çünkü bu ölçme biçimi, iş aramayanları işsizden saymıyor.

Bunu biraz daha görünür hale getirmek için bir pasta grafik yaptım. Bakın, bu 15 yaş üstü aktif nüfusumuz, yani çalışabilir nüfusumuz. Çalışabilir nüfusumuzun sadece bu mavi dilimi çalışıyor, 29 milyon kişi çalışıyor. 27 milyon ne çalışıyor ne iş arıyor, tamamen işgücünün dışında. 3 milyon 670 bin kişi de TÜİK tarafından işgücüne dahil ediliyor ama iş aradıkları için işsizler. Dolayısıyla %11, şuranın %11’i.

Aynı verilere kadınlar açısından baktığımızda çok daha kötü bir tablo var. Türkiye’deki aktif kadın nüfusu yaklaşık 30 milyonun biraz üzerinde ve bunların yaklaşık 20 milyonu işgücüne dahil değil zaten. Özellikle bu kırsal sektörün çok hızlı çözülmesi, insanların tarım sektöründen çıkması bu süreci hızlandırdı. Artık kadınlar işgücüne büyük oranda dahil değiller. İstihdam edilenler 9.1 milyon, işsiz 1.6 milyon.

Gelir dağılımı eşitsizliği

Gelir dağılımı verilerini çıkardım. Türkiye hepimizin bildiği gibi gelir dağılımının son derece bozuk olduğu bir ülke. %20’lik dilimler açısından bakıldığında en zengin %20, gelirin %47’sini; en fakir %20, %6’sını alıyor. Bu tablo aslında %10’luk dilimlere çevrildiğinde daha da çarpıcı.

%10’luk dilimlerden bakıldığında gelir dağılımı daha da çarpıcı. En zengin %10’luk dilim, %31 pay alıyor gelirden; en yoksul %10’luk dilimse %2.4 pay alıyor. Şimdi TÜİK’te 10 yıllık veriler var, yaklaşık 2000’lerin başından itibaren filan 10-15 yıllık veriler var. Buna baktığınız zaman 2000’lerin ilk başında işte bu en yoksul kesimler dediğim kesimde, ufak bir değişiklik dışında, ciddi bir hareketlenme olmadığını görüyoruz.

Bir de ben şunu önemsiyorum; şimdi ‘en zengin %10’ diyoruz, ‘en zengin %5’ diyoruz, ‘en zengin %20’ diyoruz. Peki bu en zengin %20 ne kadar zengin? Bu da bakın, ilginç bir istatistik. Daha önce de konuşmuştuk ya bunun üzerine. Şimdi bir haneye yaklaşık ayda 10 bin TL civarında para giriyorsa en zengin %5 içindesiniz Türkiye’de. Bir haneye aylık 7-8 bin lira giriyorsa en zengin %10 içindesiniz TÜİK verilerine göre. Yaklaşık 5-6 bin lira giriyorsa haneye aylık, en zengin %20’nin içindesiniz.

Bu Gini indeksi vardır yoksulluğu ölçmek için. Şimdi Gini indeksi, meşhur Gini indeksi arkadaşlar, %20’lik dilimler üzerinden hesaplanır. O yüzden Gini indeksi de çok isabetli değil. Demek ki bizim şuna daha da yakından bakmamız lazım: Bu ‘en zengin’ denen ama aslında zengin de olmayan grup içindeki hareketlilikler çok önemli. Tabii TÜİK’te bu veriler var ama hepsini paylaşmıyor. Biraz belki son dönemdeki bu toplumsal rahatsızlıkların filan arkasında bu ‘en zengin’ dediğimiz, güya ‘en zengin’ dediğimiz grubun içindeki birtakım sıkıntılar var.

Peki en yoksullar ne kadar yoksul? En yoksul %5’lik dilimin ortalama gelir yıllık 8 bin 400 lira, hane geliri. Yani bir haneye işte ayda 700 lira giriyor ortalama, en yoksul %5 için. 11 bin 180 lira en yoksul %10’un ortalama geliri. Yani bir haneye ayda bin liradan az para giriyor. En yoksul %20 dediğimizde 14 bin 537 lira. Yani bir haneye, iki eş ve bir çocuktan oluşan ortalama bir haneye, 1200 lira filan giriyor. Yoksullarımız gerçekten çok yoksullar. Tek başına o pastaları göstermek yetmiyor. Bir de aslında zenginlerimizin de o kadar zengin olmadığını, yoksullarımızın da çok yoksul olduğunu göz önünde bulundurmamız lazım.

Çünkü bazen şöyle bir şey oluyor; biz kendi hayat şartlarımızdan hareketle, ‘en zengin %5’ deyince gerçekten onların Koçlar, Sabancılar olduğunu düşünebiliyoruz. Halbuki öyle değil. Onlar binde bir filan.

Demografik geçiş modeli

Son olarak, bu demografi meselesi çok önemli demiştim. Türkiye işte bu iktisatçıların, demografiyle uğraşanların demografik geçiş modeli dedikleri bir model vardır. Biz yavaş yavaş bu demografik geçiş modelinin 3. aşamasından 4. aşamasına geçiyoruz. Yani ne demek bu? Bir kere Türkiye’de doğurganlık oranı giderek düşüyor. Doğurganlık oranı demek, bir kadının doğurgan olduğu süre boyunca doğurduğu ortalama çocuk sayısı demektir. Türkiye’deki kadınların ortalama kaç çocuğu var? 1960’ta bir kadının ortalama 6’nın üzerinde çocuğu varken bu 1970’lere geldiğimizde 5’e, ’80’lere geldiğimizde 4’e, sonra çok sert bir düşüşle 2000’lere geldiğimizde 2’nin biraz üstüne kadar düştü.

Şimdi bu 2 kritik sınır. Nüfusun artmaya devam etmesi için 2.1, 2.2 gibi bir noktada dengeye gelmesi lazım. Şu anda kritik sınırın biraz altında Türkiye’deki doğurganlık oranları. Bu da uzun vadeli bir demografik krizin fitilini ateşliyor. İşte hemen burada şeyi hatırlayın, iktidarın pronatalist, yani doğumu teşvik eden açıklamalarını hatırlayın.

Doğum ve ölüm oranlarına baktığımızda hem ölüm oranları çok hızlı düşüyor hem doğum oranları çok hızlı düşüyor. Bunun iki sonucu var. Ortalama yaşam süresi giderek artıyor; yani yaşlı nüfusumuz da giderek büyüyor. Yani biz şimdiye kadar çalışarak çocuklarına bakan bir toplumken yavaş yavaş bizden sonraki nesil, yaşlılarına bakan bir toplum haline gelecek. Bakın bu, TÜİK’in yaptığı projeksiyonlar. 2013 itibariyle 6 milyon civarı 65 yaş üstü insan var. Yine 2013 itibariyle 0-15 yaş aralığında 20 milyon insan var, yani 20 milyon çocuğu var Türkiye toplumunun baktığı. Esas olarak şu andaki bağımlı nüfusu Türkiye’nin, bu 20 milyonluk çocuk nüfusu ve insanlar bugün bu çocuklara bakmak için çalışıyorlar.

Bizde yaşlı nüfus henüz ciddi bir problem değil. Ama mesela 2023’e gelindiğinde yaşlı nüfusun 8 milyona çıkması, 2050’ye gelindiğinde 20 milyona çıkması, 2075’e gelindiğinde 25 milyona çıkması öngörülüyor. Bunun anlamı şu: bizim kuşak, çocuklarına bakıyor. Yavaş yavaş artık bakacak çocuk kalmıyor olacak. Aslında böyle bir ‘demografik fırsat penceresi’ denen aşamaya geçeceğiz. Ama nüfusun büyük kısmını, yani bu 15 yaş üstü çalışabilir nüfusu işgücüne eklemleyemediğimiz için bu fırsat penceresini bu düşük düzeyle geçirirsek, özellikle kadınlar işgücüne dahil edilemeden geçirirsek, aslında bir sonraki nesle zengin bir Türkiye bırakılamamış olacak. O zaman da bir sonraki nesil esas olarak bizim emeklilik maaşlarımızı ve sağlık masraflarımızı ödemek için, sosyal güvenlik sisteminin yükünü ödemek için çalışıyor olacak.

İşte bugün Batı Avrupa ülkelerinde, Japonya’da vesaire gördüğümüz problem. Aslında böyle de kritik bir dönemin içindeyiz. Şimdi bu dönemin kritikliği nereden ileri geliyor? Bir: Çok büyük miktarda kadın aslında doğum oranlarının da düşmesiyle beraber hem işgücüne dahil olmaya hazır hem de sosyal hayata dahil olma arayışı içinde. Ama muhafazakar bir hükümetimiz var. Ne yapıyor, Kadın Bakanlığı’nın ismini Aile Bakanlığı yapıyor. Bir gerilim noktası, yani aslında bu krizi besleyen yan kollardan biri bu. Bir diğeri, işte muazzam bir 15 yaş üstü genç nüfus var ama bu genç nüfus bir şekilde mevcut ekonomik sektörler içinde rasyonel olarak istihdam edilemiyor ve bu büyük nüfusun bir şekilde istihdama dahil edilmesi lazım ki şu 2050’lere, 2075’lere bir refah aktarımı olabilsin. Yoksa 2075’te bütün ömrünü işsiz olarak geçirmiş yaşlılara bakan bir çalışan toplum haline gelme ihtimali var.

Dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir