Dayanışma Ekonomisi ve İşyerleri

Arda Arlı 

Kısa Yakın Tarih

Neoliberal sıkışmışlığın görünürlüğünün iyiden iyiye arttığı, küresel ticaret savaşları ile kendi krizinden çıkmaya çalıştığı ve bunun da gelişmemiş sayılan ülke ekonomilerini daha da daralttığı yıllardan geçiyoruz. Kamusal alanı regülasyon görevini ve sosyal devlet araç setini otoriter rejimler eliyle iç güvenlik ve savunma sanayi kanalına sıkıştıran ülkeler yaşanan krizin faturasını geniş emekçi kitleye kesmekte ve enflasyonist ortamda insanları geçim sıkıntısına ve borçluluk sarmalı içinde yaşamaya mahkûm etmekte.

Bunun karşılığında küreselleşen tüm üretim alanlarının ucuz iş gücüne, hammaddeye ve ekolojiye zararlı girdilere daha da bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Bu tarihsel birikim, gelişmemiş addedilen ülkelerde istihdamın bilhassa yoğunlaştığı birincil ekonomik faaliyet alanı olan tarım sektöründe etkisini gösteriyor. Endüstriyel tarım sistemi, tohum ve yerel çeşitlerle ilgili bir takım yasal düzenlemelerle bir yandan üreticiyi kendisine bağımlı kılarken öbür yandan zehirli girdilerle doğaya ve onun parçası olan canlı türlerine ölümcül veya geri dönüşü olmayan zararlar veriyor. Yasal zeminin sorunlu ve kamusal denetimden yoksun olan bu düzlemde tüketici yığınlarının gıda üretim süreçlerinden kopukluğu durumun vahametini  artıran önemli bir etken olarak öne çıkıyor. Bunun sonucunda zararlı katkı maddelerinin gittikçe daha yoğun kullanılması da kaçınılmaz oluyor.

Bu yakın tarih penceresinden gelişmiş addedilen ülkelere baktığımızda ise ekonomik düzenleme adı altında yürütülen sistematik hak gaspları ile barınma, eğitim, ulaşım ve sağlık alanları başta olmak üzere emekçi yığınların gittikçe daralan bir ekonomik alana hapsolduğunu görmekteyiz. Fransa’da hali hazırda devam etmekte olan sarı yelekliler hareketini, Berlin’de geçtiğimiz hafta on binlerce protestocunun yükselen kira bedelleri ve konut darboğazı söylemiyle Alexanderplatz meydanını doldurmasını (1) bunun birer tezahürü saymamız ve oluşan bu momentumun yakın gelecekte benzer toplumsal hareketleri doğurmasını beklememiz yersiz olmaz. 

Kooperatifler ve Dayanışma Ekonomileri

Peki, bu tarih penceresinden izlediğimiz birbirinden bağımsız coğrafyalarda gelişen bu toplumsal rahatsızlıklara geniş halk yığınları nasıl bir reaksiyon gösteriyor? Bu noktada konut sorunu özeline indiğimizde merkez Avrupa ülkelerinde bir takım ‘kiracı inisiyatiflerinin’ varlığından ve hareketliliğinden bahsetmemiz mümkün. Örneğin var olan konut stokunun %85’inin zaten özel mülk olduğu, geriye kalan konutların da merkezi politikanın kredi kullandırmak yoluyla satın alınmaya teşvik edildiği Macaristan’da kiralık evler toplamın %8’i oranında kalıyor. Yerel yönetimlerden edinebildikleri sosyal haklarla kentin dış çeperlerinde ve yetersiz fonlamadan dolayı konforu oldukça düşük konut ve yurtlarda barınmaya zorlanan Budapeşte’deki öğrenci ve genç nüfus kooperatif yordamıyla ev ortaklığı modeli deneyimlerini güçlendirmeye çabalıyor. Rakoczi Collective (2) buna iyi bir örnek.

Türkiye’de de yukarıda açıklanan tarihi arka planın üzerine hemen her coğrafi bölgede çok çeşitli gıda inisiyatiflerinin 2000’li yılların başından beri faaliyet gösterdiğini görüyoruz. Bu oluşumlar üretim kooperatifleri, gıda toplulukları, tüketim inisiyatifleri ve tüketim kooperatifleri formlarında karşımıza çıkabiliyor. Elbette kooperatifçilik, kökeni 1800’lü yıllara dayanan ve cumhuriyetin ilk yıllarında önemli işlevler üstlenmiş kamu niteliğinde kurumların yapısına da sirayet etmiş bir kavram. Ancak 1980 sonrası Türkiye’sinde bu kurumların -neoliberal darbenin etkisiyle- lağvedilmesi ile beraber yapı kooperatifçiliğine indirgenen bir kavram da aynı zamanda. 1844’de İngiltere’nin Rochdale kasabasındaki dokuma işçilerinin öncüsü olduğu Uluslararası Kooperatifler Birliği (ICA)’nin benimsediği temel ilkeler 2000’li yıllarda bazı girişimlere ilham kaynağı oldu. Gönüllü ve herkese açık üyelik sistemini benimsemiş; üyeleri tarafından demokratik denetime tabi; topluma karşı sorumlu olmak gibi temel ilkelerle Anadoluda Yaşam Tüketim Kooperatifi çalışmalara başlayan öncü ekiplerden. Boğaziçi Üniversitesi mensuplarının oluşturduğu Bükoop da aynı zamanda işyeri temelli bir kooperatif kurgusunu da üstlenmiş oldu. Gezi direnişi sonrasındaki park forumları ve mahalle dayanışmalarında sıkça yürütülen dikey hiyerarşiye karşı yataylık, demokratik katılımcılık ve yerellik gibi kavramları ilkelerine alan Kadıköy Kooperatifi 2014 yılında kuruldu. Ve zaman içerisinde küçük üretici ile aracısız ilişkiler kurma, üretim ve tüketim üzerinde karşılıklı inisiyatif ve kolektif çalışma ilkeleri öne çıkmaya başladı.

Birbirinden farklı coğrafyalarda ve üstelik farklı türden ekonomik sahalarda gelişen bu reaksiyon biçimlerinin birbirini iki noktada kestiğini görüyoruz. Birincisi neoliberal kapitalizmin piyasalaştırıp erişimimizden hızla uzaklaştırdığı kullanım değeri hakkı. Tarım endüstrisinde değer zincirine tüccarlar, komisyoncular ve gıda tekelleri girerken, konut/inşaat sanayinde de gayrimenkul tekelleri, bankalar ve özel mülk sahipleri paylarını alıyor. Temiz gıdaya erişimde de konut hakkı talebinde de değer zinciri üzerinde yürütülmesi tartışmasız elzem olan bir mücadele bayrağının bir şekilde kavrandığını görebiliyoruz.

İkincisi de borçluluk/borçlanma olgusu. Geçmişte edinebildiğimiz malların yerini artık tartışmasız ezici bir şekilde mübadele (değişim) değeri aldığı için çağdaş toplum bireyi artık en temel ihtiyaçlarına erişimden mahrum kalıyor ve buna ulaşabilmesinin de tek yolu bireysel borçlanmaya girmek oluyor. Borçlanma da hem finansal hem de sosyolojik olarak bireye pranga vuruyor. Bugün artık üç sene sonra ne kadara satarım hesabı yapmadan ev alınmıyor mesela. Sağlıklı gıda üretimi ve erişiminde de konuttaki ölçek ve araçlarla birebir olmasa da benzer bir sorun yatıyor. 

Dolayısıyla her iki hattı da mübadele değeri yerine kullanım değeri üretimini koyan; rekabete karşı dayanışma ve işbirliğini öne çıkaran; bireysel riske karşı kolektif faydayı ikame eden birer dayanışma ekonomisi şeklinde değerlendirmemiz yerinde olur.

İşyerleri

Kooperatiflerde olduğu gibi dayanışma ekonomilerinin her yerelde örgütlenmesi ve güçlenerek yaygınlaşması sürekli dile getirilen bir gereksinim haline geldi. Çünkü egemen endüstrilerle mücadele etmenin başka yolu olamıyor. Bu amaçla Anadolu’nun her bölgesinde tekil veya örgütlü üreticiler, metropollerde yoğunlaşan tüketim kooperatifleri ile belirli ilkeler ekseninde işbirliği ağını geliştiriyor ve ilişki hacmini büyütmeye çalışıyor. Yeni yeni topluluklar ilçelerde, mahallelerde ve kırda bu yönde inisiyatif alarak bunu hayat biçimi haline getiriyor.

Pek tabii ki henüz egemen endüstrinin ‘muazzam’ dağıtım ağı ile rekabet edecek bir fiili durumdan bahsetmiyoruz. Ancak taşıdığı yüksek potansiyel enerjisi ve pratik içerisinde kendiliğinden ürettiği tartışmaların değeri göz önüne alındığında henüz bu aşamadayken bu tartışmalara girmenin gerekliliği kendini dayatıyor. Zira bizim dayanışma ekonomisi olarak adlandırdığımız her faaliyetin sistemi reforma tabi tutma potansiyeli ve riskinin olduğunu bir tarafta tutmamız lazım ki bu noktada kötü örnekler de hemen akla geliveriyor: Yeni Zelanda’daki Frontera kooperatifinin bir tekel haline gelmesi gibi. Bu riskten kaçınmanın yegane yolu da belirli ilkeleri kılavuz edinip hayatın her alanında yaygınlaşmak. Her yerelin farklı ilkelerinin olması da bu noktada kaçınılmaz oluyor.

Aslında bu ihtiyacı yine Gezi direnişi sonrasında açıkça görmüştük. Park ve mahalle forumlarının yanı sıra sayıları az ve ömrü vefa etmemiş de olsa işyeri forumları yapılır hale gelmişti. Belki dönemin gerçekliği itibariyle beklenti yelpazesi biraz genişti ancak temel ihtiyacın, kent hakkı üzerinden yürütülen tartışma ve seslendirilen hak taleplerinin tüm kimlik ve kültür katmanlarını enlemesine kesecek bir düzleme taşınması olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca günün büyük bölümünü işyerlerinde geçiren geniş ücretli kesimin bir takım ilkeler etrafında hayatına yerleştirmek istediği dayanışma ekonomisinin tohumlarını bu mecralara serpme gerekliliği de ortadayken…

Kooperatifçiliğin kendini çok sık tartıştırdığı ve çeşitli inisiyatiflerin mütevazı çabalarının toplumda karşılık bulmaya başladığı bu dönemde bu tür dayanışma ekonomilerini işyerlerine taşıyabilmek, günlük çevrimin tüm zaman ve mekan kadrajını kat edecek bir derinlik sağlayabilir. Bu sayede gıda, giyim, barınma, çocuk ve yaşlı bakımı gibi ihtiyaç alanlarına odaklanılarak işyerlerinde dayanışma ağları örülebilir. Hatta bunun sendikal işlevlerin içerisine dahiliyeti sağlanabilirse daha güçlü araç setlerine de sahip olunmuş olur. İşyerlerinde beslenme problemleri, gıda temini, eşya takası ve bunun gibi akla gelebilecek bir çok ihtiyaç alanında bu düşünülebilir. Bu zemini yoklamak için kooperatifler, inisiyatifler, sendikalar ve bu konuda araştırma yapan akademisyenleri buluşturan bir takım etkinlikler düzenlenebilir.

 [1]https://www.dw.com/cda/en/protesters-rally-against-rental-insanity-in-large-german-cities/a-48235915

[2]https://cooperativecity.org/2017/10/03/rakoczi-collective/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir