Baran Gürsel
Tez Koop İş Sendikası gençemek Dergisi ile Yeni Emek Çalışmaları Ofisi’nin birlikte düzenlediği Genç İşçiler Çalıştayı işçiler arasındaki ve sınıf mücadelesindeki kuşak ilişkileri üzerine daha çok düşünmek için bir fırsat oldu. Ben de bu vesileyle aklıma gelen bazı düşünceleri burada paylaşmak ve tartışmaya açmak isterim.
“İşçi soyundan” olmayı reddetmek
Kuşak meselesini düşünmeye kuşaklar arasındaki farktan değil de kuşaklar arasındaki benzerlikten başlayalım. Çünkü “kuşak” kavramı öncelikle, birbiri ardı sıra geldiğini düşündüğümüz grupların birbirine bir şekilde bağlı olduğunu, birlikte bir zincir oluşturduklarını anlatır. Kendimizi farklı bağlamlara göre farklı türden kuşak zincirleri içinde düşünebiliriz: canlılar, insanlar, topluluklar, aileler, sınıflar, gelenekler vb. Bu zincirlerin nesnel olarak –“doğal” değil “toplumsal” anlamda- bir parçası olmakla birlikte, öznel dünyalarımızda bunlarla farklı türden ilişkiler kurabiliriz.
Örneğin bir şekilde parçası olduğumuz ve üzerimizde belli etkileri olan bir zincirle (örn. bir aileden olmak, bir sınıftan olmak, bir düşünsel gelenekten olmak, vb.) olan bağımızı yok sayabiliriz. Bir işçi olarak -bilinçli/bilinçdışı şekillerde- patronumuzun koşullarıyla kendi koşullarımız arasındaki bir fark olduğunu yok saydığımız, kendimizi işimizle tamamen “bir” tuttuğumuz, bu hayatta çalışmaktan keyfi biçiminde vazgeçebileceğimizi düşündüğümüz zamanlarda “işçi soyundan” olmadığımızı belirtiyor gibiyizdir. Dolayısıyla deriz ki, “Benim -üst kuşak ya da kendi kuşağımdan- işçilerle özel bir bağlantım yok, onlarla beni birbirine bağlayan bir şey yok.”. Şimdilik şu önemli soru üzerine düşünmeyi başka ortamlara bırakalım: Ne oluyor da kendimizi işçi olma fikrine karşı savunurken buluyoruz; burada kendimizi neden koruyoruz? Ama burada en azından bu tepkiyi, kuşaklar arasında bir çatışmaya bile girmeden bu zincirin dışında kalma çabası olarak adlandırabiliriz. Bunu, bir işçi olarak zaman zaman içine girebileceğimiz olası durumlardan biri olarak düşünelim.
İşçiler arasındaki kuşak farkları
Öte yandan, çalışmanın keyfi değil, keyifli olabilse bile zorunlu olduğunu düşünebilmeye başladığımız zaman, hayattaki hareket kabiliyetimizin o ya da bu ölçüde kısıtlanmış olduğu hissini de yaşamaya başlarız. İşte bu kısıtlanmayla, yani hareket kabiliyeti açısından yaşadığımız kayıpla biraz temas kurduğumuzda –onu doğrudan yok saymadığımız zamanlarda- kendimizi “işçi soyunun” bir parçası olarak da düşünürüz. Yani üst kuşaklardan, kendi kuşağımızdan ve varsa alt kuşaklardan işçilerle bir şekilde ilişkili olduğumuzu hissederiz. İşte o zaman, işçi kuşakları arasındaki farklılıklar da gündemimize girer.
Kuşaklar arasındaki farkların çoğunlukla yaş farkı tarafından belirlendiğini söylemeye belki gerek yok ama burada şunu eklemek anlamlı olur: yaş farkını anlamlı bir fark yapan, zaman geçtikçe kapanmamasıdır. Ama tabii insanların sadece farklı yaşlarda oldukları için farklı kuşaklara ait olduğunu düşünmeyiz; aynı zamanda farklı yaş gruplarının birbirinden farklı özellikleri olduğunu varsayarız. Burada yetişkinlerle çocuklar arasındaki kuşak farkı konusunu bir kenara koyup sadece yetişkinler arasındaki farklar açısından konuşursak, genellikle yaşça büyük olanlarla daha genç olanlar arasında deneyim ve birikim açısından -“görmüş” olmaktan, sorunlarla uğraşmaktan, çalışmaktan, mücadele etmekten, vb. ileri gelen- farklılıklar olduğunu düşünürüz. Ya da günümüz koşullarında işçiler yaşamak için çalışmak zorunda olma konusunda ortaklaşıyor olabilirler ama yaşama ve çalışma koşulları (örneğin sosyal destekler, ücret, bir işte çalışma süresi, örgütlülük, işyerindeki denetim, işle kurulan ilişki, gelecek için birikim yapabilme, vb.) yaşa göre önemli ölçüde değişebilmektedir. Dolayısıyla, her zaman yaş gruplarının sınırlarını çizmek kolay olmayabilir ama işçilerin farklı kuşaklardan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Genç işçilerin kuşak farklarına yaklaşımları
Kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen önemli bir faktör, kuşaklar arasında olduğu düşünülen farklılıklara işçilerin nasıl yaklaştıklarıdır. Bu konuyu sendikal mücadele içerisine girmiş bir genç işçinin bu farklılıklara ilişkin olası yaklaşımları üzerinden ele alalım.
Aynılık yaklaşımı
Kendini bir şekilde “işçi soyundan” saymış (ama bunun için onun doğrudan “ben bir işçiyim” demesi gerekmez) işçi olmanın getirdiği zorluklarla uğraşmaya çalışan genç bir işçi, bir de sendikal mücadele içerisine girdiğinde orada sendikal mücadelenin farklı kuşaklarıyla karşılaşacaktır. Kendinden üst kuşaklardan kimselerle örneğin okuduğu sendikal yayınlarda karşılaşacak, yönetici olanları onların verdiği kararları öğrenerek tanıyacak, bir kısmıyla yüz yüze tanışıp onlarla ilişkiler kuracaktır. Elbette bu kişilerle -onların yazdıklarını okuyarak, kararlarının etkilerini yaşayarak, onlarla konuşarak vb. şekillerde- ilişki kurduğu her zaman onların kendinden farklı olduğunu hissetmeyebilir. Ama illa ki onlarda “fazla” olarak gördüğü bazı şeylere (deneyim, birikim, otorite, daha çok sevilme gibi) karşı bir şeyler hissedecek, düşünecektir. Bir olasılık üst kuşakla ilgili hislerinin şu yönde gelişmesidir: Genç işçi üst kuşaktan kimi insanlarla kendi perspektifinden tam bir uyum geliştirmek isteyebilir, ondan aldığı kalıp duygu, fikir ve davranışları tekrarlayabilir. Dolayısıyla bu durumda onun için, üst kuşak ondan çok farklı değildir; seçilen sözler, fikirler, davranışlar tekrarlanarak onun konumunda olunabilir. Özellikle genç işçilerin kendi koşulları, ihtiyaçları ve isteklerini düşünmek ve bunlara uygun yanıtlar üretmek için gerekli zamanı ve ortamı (sendikada, işyerinde, evde, vb.) bulamadığı, birbirlerine dayanabilecekleri ortamların da kısıtlı olduğu durumlarda kuşaklar arasındaki farklılıkları (örneğin koşullar ve ihtiyaçlar açısından) anlamaları zorlaşabilir. Bazen de genç işçiler kendi “dillerini”, “şakalarını”, “köşelerini” yaratarak kısıtlı ortamlarda kendi alanlarını yaratmaya çabalarlar.
Genç işçi bir yandan da üst kuşağın bir şekilde inşa ettiği ya da koruduğu (bazı) şeyleri, deneyimi, bilgiyi, otoriteyi, sevgiyi doğrudan anlamsız kabul edebilir ve reddedebilir. Bir nedenle böyle bir eğilimin baskın çıktığı zamanlarda kendisi sendikal mücadelenin dışında kalabilir ya da dışına düşebilir. Öte yandan genç işçi bunu az evvel bahsettiğimiz durumda olduğu gibi sendikada üst kuşaktan biri ya da birilerini daha yüksek bir konuma koyarken yaparsa belki sendikal mücadele içerisine daha çok kalır. Ama bu şekilde kaldığı sürece kendine ve kendi kuşağına özgü mücadele gerekçeleri bulmakta zorlanır. Bazen bu durumla, sendikada olmayı sadece bir işe çevirerek baş edilmeye çalışılabilir.
Dolayısıyla genç bir işçi olarak üst kuşakla aramızda olan bazı farkları yukarıdaki yollarla görmezden geldiğimiz zamanlarda kendimizin ve öteki genç işçilerin yaşam ve çalışma koşullarındaki farklılıklardan kaynaklanan kuşağa özgü gündemleri de görmezden gelme eğilimimz artar. Bazen de kendimizi birbirimize “abilik/ablalık” yaparken bulabiliriz. Çünkü bu türden durumlarda kendimizi pek de kendi kuşağımızdan hissetmiyor oluruz. Hatta diyebiliriz ki, hepimiz işçi olarak aynı sorun, ihtiyaç ve isteklere sahibiz ve zaten çözümler de belli, mesele birbirimizi onları uygulamaya ikna etmekten ibaret. Fakat gerçekte sorunlar ve çözümler yer yer ortak olduğu gibi, yer yer farklıdır da. Yine şu gibi soruları kenara not edelim: Ne oluyor da birilerine ancak onlarla aynı olmak istercesine tutunarak sendikada var olabiliyoruz? Ama belirtmeden de geçmeyelim: Belki bazı yöneticilik pozisyonlarında olmanın, belli konularda uzmanlığa sahip olmanın veya üst kuşaklarla kurduğumuz ideolojik ortaklıkların bizi genç olsak da üst kuşakla daha doğrudan ve kalıp şekillerde benzeşmeye itebilir; bu konuda uyanık olmaya çalışabiliriz.
Herhalde üst kuşağın eğrisiyle doğrusuyla inşa ettiği ve koruduğu şeyi aslında kolektif bir emekle ürettiğini görmek için, öncelikle onların gençlerden bir ölçüde ayrı bir grubun üyeleri olduğunu teslim etmek gerekir. Onlar da “bir zamanlar” birilerinden daha gençti, hâlâ da -hayatta olan ya da olmayan birilerine göre öyleler- ve zaman geçti, çeşitli ilişikler geliştirip faaliyetlerde bulundular ve şimdi bizim, yani onlardan sonraki kuşağın içine girdiği “evleri”, sendikaları kurmuş, uyarlamış, sürdürmüş oldular. Bunu görürsek emekle üretilmiş her şeyin “doğru” olduğuna inanmamız mı gerekir? Hayır. Bu yalın gerçek şunu gösterir: Biz de bir kuşak grubu olarak kolektif emeğimizi kendi doğru bildiğimiz yönde sarf etmeye çalışırsak değişim yaratabilir, örneğin sendikal mücadeleyi güncel koşullara uyarlayabiliriz.
Farklılık yaklaşımı
İşte bu noktada, üst kuşaktan kişilerde “fazladan” bulunduğu farz edilen şeylerle kurulabilecek başka tür bir ilişkiden bahsedebiliriz: Genç işçi, üst kuşağın deneyim, birikim, otorite vb. gibi özelliklerini süzebilir. Yani, üst kuşaktan almak isteyeceği ve istemeyeceği şeyleri değerlendirebilir. Bunu değerlendirebilmek için üst kuşağının yöntemlerini hangi koşullara ve ihtiyaçlara göre geliştirdiğini düşünmeli ve onlardan hangilerini ne şekilde kendi kuşağının koşul ve ihtiyaçlarına uyarlayabileceğini tartmalıdır.
Örneğin bir genç işçinin işyerinde yükselme isteği bazen bir üst kuşağın üyeleri tarafından, ortak sınıf mücadelesine aykırı bir talep olarak algılanabilir. Örgütlü işçi sayısının fazla olduğu, ekonomik ve sosyal hakların örgütlü mücadele sayesinde kazanılmakta ya da en azından korunmakta olduğu, işyerinde ve hayatta işçilerin kendilerine biraz ferah alanlar açabildiği bir bağlamda bir işçinin işinde yükselme isteği, örgütlü gruptan ayrılmaya, “sınıf bilincinde” bir gerilemeye denk düşebilir ve bazı kazanımlarda eksilmeye sebep olabilir. Dolayısıyla üst kuşak bu konuda “haklıdır”. Öte yandan örgütsüz olmanın norm olduğu, örgütlü olmanın bile ekonomik ve sosyal kazanımları garanti etmediği, işyerinde ve hayatta işçinin görece ferah alanlar bulamadığı koşullarda yükselme arzusu belki “sınıf bilincinde” bir ilerleme bile sayılabilir. Çünkü örtük ve çelişkili de olsa mevcut durumu hak etmediği düşüncesini ve işverenin otoritesiyle bir mücadeleyi içinde taşır. Hatta sonuçları açısından düşünürsek bazı koşullarda işyerinde yüksek bir pozisyona gelmek işçinin hareket alanını genişletebilir, dolayısıyla böylece onun iş koşularının değiştirilmesine ve ortak mücadeleye daha çok katkısı olabilir. Dolayısıyla genç kuşak da bu konuda “haklıdır”. Herkesin kendi koşullarına göre bir düzeyde “haklı” olduğu bu durumdaki çelişkiyi genç işçiler şu sorular üzerine düşünerek çözebilir: Üst kuşak hangi koşullar için ve hangi gerekçelerle bunu düşünüyor? Onunla ortaklaştığımız amaç ne? Bu ortak amacımıza uygun olan fikirlerden hangileri bizim kuşağımızın koşularına uygun düşer ve hangileri düşmez? Burada belki az önce yaptığımız kolektif emek vurgusunu tekrarlamalıyız: Bu soruları gerçekçi biçimlerde değerlendirmek için kendi kuşağımızdan başkalarıyla çeşitli düzeylerde temas etmemiz ve birbirimizi ve kuşağımızı tanımaya çalışmamız gerekir. Birbirimizi tanımanın tek yöntemi fiziksel olarak bir araya gelmek olmayabilir ama bir araya gelmek, özellikle demokratik ortamlarda gerçekleşiyorsa oldukça faydalı olur. Zaten faydasını, işyerinde ve hayatın diğer alanlarında çoğunlukla yarattığımız ya da özlemini çektiğimiz “demokratik” arkadaş gruplarından biliriz.
Evet burada üst kuşağın himayesinden ayrılmakla, onları hayal kırıklığına uğratmakla ya da onların tepkisini çekmekle ilgili kaygılarımız olabilir; zaman zaman bu kaygıları yaratan gerçek tepkiler de söz konusu olabilir. Bu yazıda iki kuşak arasındaki karşılıklı ilişkinin sadece “genç” tarafından bahsetmiş olduysak da üst kuşakların gençlerin “eksikliklerine”, “yenilikçiliklerine”, “fazla enerjilerine”, “önlerindeki zamanın daha fazla oluşuna”, vb. yönelik farklı farklı yaklaşımları olabileceğini de söylemiş olalım. Farkları çok büyük görmek, onlara büyük anlamlar atfetmek, onları reddetmek, kontrol altına almaya çalışmak ya da onları kabul etmek ve onlarla yeniliklere açılmak, olası yaklaşımlardandır. Dolayısıyla sendikal mücadele içerisinde kuşaklar arasındaki farkla uğraşan gençlerin bu uğraşı öteki kuşakla ilişki içinde vereceğini de akıldan çıkarmamak iyi olur.
Farklı ve birlikte olarak mücadele etmek
Umuyorum kendi kuşağımızın farklılıkları üzerine düşünerek, öteki kuşaktan kendimizi ayırmakla üst kuşağın varlığını reddetmenin farklı şeyler olduğu düşüncesini aktarabilmişimdir. Genç işçiler olarak hepimiz yukarıda bahsettiğim ve belki de atladığım ilişki biçimleri içine girebiliriz. Üst kuşaklarla nasıl ilişikler geliştirdiğimizi de tanımak kolay ve bazen mümkün de olmayabilir. İlişki kurma biçimimiz kişiye, zamana ve mekâna göre de değişebilir. Bunlarla birlikte kendimizi ve birbirimizi farklılık yaklaşımına çekmeye çalışmak için, birbirimizin koşul ve ihtiyaçlarını duymaya daha açık olabileceğimiz ortamlar yaratmak anlamlı olabilir. Çalıştay, dergi, komisyon, iletişim grubu türünden araçlar genç işçileri bir araya getirirken aynı zamanda genç olan ve olmayanları da uygun usullerle buluşturarak yeniden tanışmalarına, birbirinin yeni yönleriyle tanışmalarına vesile olabilir. Herhalde bir yandan da bu amaçlara hizmet etmeyecek, aynılaşma, söz kesme, yok sayma, demokratik işleyişi bozma gibi eğilimlerimize karşı da uyanık olmak ve bunları da değerlendirmeye açık olmak önemlidir.
Kendi kuşağımızı ve öteki kuşağı tanıdıkça, hepimizi ortak bir şekilde kesen özellikleri bu sefer gerçekten hissederiz. Hepimizin işçi soyundan geldiğini hissettikçe “bir” değil “birlikte” olmak için daha güçlü ve ikna edici sebeplerimiz olur. Şüphe yok ki “birlikte” mücadele etme isteğimiz çoğaldıkça da her türden farklılığımızdan doğan ihtiyaçlara yönelik daha fazla yanıt üretmeye çalışır ve dünyayı hepimize daha uygun bir yer haline getirmekle daha çok meşgul oluruz.