Pınar Öğünç’le röportaj: Özneleri hayaletler ve otomatlar olmaktan çıkarmak

Birdenbire tüm dünyayla birlikte kendimizi bir halk sağlığı meselesinin içinde bulduk. Bu yeni durumun emek mücadelesi içindeki yansımalarını Yeni Emek Çalışmaları Ofisi olarak takip etmeye çalıştık, çalışıyoruz. Ama bu konuya emek perspektifinden bakmanın profesyonel, soğuk ve makul bir yolunu bulmak zor. Sosyal mesafe kurallarıyla birlikte hepimiz, kendi konumlarımızı ve tanımlarımızı karantinaya göre yeniden tayin etmek durumunda kaldık: Kim ne kadar risk altında, kim riske rağmen dışarıda olmak zorunda, kim evde kalabilir? Yani kendimizi dışarıda bırakarak pandemi üzerine düşünmemiz pek mümkün değildi.

Emek mücadelesinin öznellikle ilişkilenen tarafı pandemiden önce de, bazen somut bir biçimde, bazen de çeşitli sorular vesilesiyle karşımıza çıkıyordu tabii. Fakat bu hengâmede, çalışmanın gündelik hayatta kolayca fark edemediğimiz hallerini, aynı anda toplumsal varlığın sürekliliğinde ve tek tek her birimizin hayatında nasıl bir yer kapladığını gördük. Tüm medyada, dergilerde, internette ve emek örgütlerinin sayfalarında farklı konumlardaki çalışanlar pandemi koşulları altındaki öznel deneyimlerini paylaştılar (DW ve 140 Journos gibi büyük sitelerin yanı sıra Plaza Eylem Platformu (https://plazaeylem.org/)ve Politeknik (http://politeknik.org.tr/) gibi emek örgütlerinin yayınlarını anmadan geçmeyelim). Bu paylaşımlarda eskisi gibi devam eden çalışma tarz ve koşularının yanı sıra yeni yaygınlaşan biçimlerle de karşılaştık. Zorunluluklarla beraber işlerin gözümüzdeki önem sırası da değişiyordu, hatta bazı mesleklerin toplumdan hakkını istediğine şahit oluyorduk. Çalışmakla yaşamanın, çocuk bakmanın veya kendine bakmanın birbirinden ayrı konular gibi ele alınamayacağı iyice ortaya çıkıyordu.

Pınar Öğünç’ün öznel paylaşımların derli toplu, özenle ve sorumlulukla düzenlenmiş örneklerini içeren, 22 Mart ve 22 Mayıs 2020 arasında Gazete Duvar’da yayınlanan röportaj dizisi herkesin dikkatini çekti (dizinin kapanış yazısı şurada: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/05/22/son-soz-niyetine-pandemi-zayiati). İşlevli bir tevazuyla röportaj sonlarına eklediği açıklamada birbirimizin sesini, derdini duyma, diğerinin dermanında kendimizinkini arama ihtiyacından bahsediyordu. Bir sonraki dizisinin teması “belirsizlik” de isabetle seçilmişti. Röportajlarda anlatılanlara belki bazı taraflarıyla aşinaydık ama anlatının kendisi ve sunumu, temasın tehlikeli ve yasak olduğu bir dönemde birbirimizle teması, birbirimizi dinlemeyi ve böylece kendi üzerimize de düşünmeyi mümkün kılıyordu. Emeğe ve öznelliğe Pınar Öğünç’le birlikte bakmak istedik. Kendi ifadesiyle büyük resme pikselleriyle bakmanın imkânlarını ve tuzaklarını bizimle paylaştı.


İşçi sınıfı kültürü ve mücadelesinde öznellik hep önemli bir gündemdi ama bu gündemle farklı zamanlarda farklı türden ilişkiler kuruldu. Bir süredir bu meselenin daha yakından ele alındığını, dikkatimiz kapsamına girdiğini ve sınıf mücadelesi açısından nasıl bir anlamının olabileceğinin (yeniden) merak edildiğini gözlemliyoruz. Sizin salgın sürecinde hazırladığınız yazı dizisi bu açıdan da çok ilgimizi çekti ve bizi toplumsallıkla birey öznelliği arasındaki ilişki, geçiş ve sınırlara dair düşünmeye sevk etti. Siz konularınızı nasıl belirliyorsunuz ve niye bu konuları tercih ediyorsunuz?

Öncelikle benim açımdan öznellik konusunu konuşmayı belirleyen çok güçlü bir düzlem var, o da hikâyeyle bağım. Uzun zamandır gazetecilik yapıyorum, gazeteciliğin de türlü biçimi arasından hikâyeleştiren, birinci tekil şahıs anlatımın gücüne inanan, yer yer izlenime yaslanan bir damara yakın oldum hep. Siyasi, toplumsal, her ne ise bir mevzuu anlaşılır kılmaya çalışmanın bir yolu olarak buna dayanan muhabirlik tarzına meylettim. Söz ettiğim, en klişe tabirle “büyük resme” piksellerden bakmak… Öykü de yazıyorum ve kurmacada da kafam ekseriyetle “dışarısının” bizi, “içerisini” nasıl etkilediği üzerinden tetiklenir. Bunlar sadece yazınsal değil, bir yandan politik tercihler aynı zamanda. Başımıza gelen ne, bir diğeri ne yaşıyor, bize ne oluyor… İdeolojik açıdan ayaklarınızı bastığınız zemin bu sorulara dair bir perspektif sağlar, olmakta olanın adını koyar ama her şeye rağmen yüzlerin küçüldüğü, flulaştığı, uzaktan bir fotoğraftır elimizdeki. O yüzleri tek tek bilmemiz olanaklı, belki gerekli de değil denebilir. Öyledir de. Bir yandan da şu var, şimdi bana kapitalizmi bir cümleyle özetler misiniz desem ya da siz bana sorsanız, bunu yapabiliriz sanırım. Çünkü azıcık düşünsek hakikaten mantığını bir-iki cümleye sığdırmak mümkündür. Fakat bu mantık nasıl oluyor da dört yüz, beş yüz yıldır kendi rızasını yaratarak, her krizinde kendisini onarmanın yolunu bularak ve de milyarlarca insanı alternatifin olmadığına inandırarak mekaniğini işler kılıyor? Bunu nasıl beceriyor? Değişen zamanlar, teknolojiler, toplumsallıklar bu mekanikte nasıl hemen yerini alıyor? Bu soruların cevaplarına dair politik argüman üretebilmek için, sadece kapitalizme muhalefet edebilmek için bu karmaşık yapıyı anlamaya, bunun için de nüanslı bir alana odaklanmaya ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Beş yüz yıl da değil, küçük köylüsüyle, gündelikçi işçisiyle, zanaatkârıyla ortaçağın proletaryasından başlatacağımız, distopik denilen 21. yüzyılın hakikatleriyle birlikte düşünmemiz gereken, örneğin toplumsal cinsiyet perspektifiyle yeniden yeniden ele almamız gereken büyük bir hikâye bu. Neden alternatifi kurulamıyor ya da insanlar bunu neden istemiyor ya da istemeleri neden yetmiyor, neden beceremiyor… Bu manzara karmaşık, akıl çelici, göz boyayıcı yanlarıyla gerçek bir anlama çabası gerektiriyor.

SIRRIN KALBİNE İŞLEYEN ANLATI

Jacques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları kitabında bir bölümü “metanın sırrı”na ayırıyor. Bir yerde mealen diyor ki, Marx satır başına ödeme almıyordu, niye lafı bu kadar uzattı? Bilimsel analizini birkaç sayfada yapabileceği bir şey için neden çömlekçilerden dokumacılara, bir dolu insanın hayatlarına girerek örnekler sıraladı? Bu, bahsettiği karakterlere sevgisinden ya da okuru büyüleme isteğinden, daha renkli bir metin kurma arzusundan kaynaklanmıyordu. Kapital’in daha en başında ortaya koyduğu şey, metanın çoklu bir gerçeklik barındırdığı, çelişkilerle dolu olduğudur. Bu “başkalaşım tiyatrosu”nu açık etmek için, çok güzel bir ifadeyle “sırrın kalbine işleyen bir anlatı”ya ihtiyaç duyulduğunu söylüyor Ranciere. Bilim, artı değerin “sırrını”, gizli olanla aşikâr olanın gerilimini güçlükle deşifre edebilir ancak. Sermayenin artı değer üretmek uğruna erkeklerin, kadınların, çocukların bedenleri üzerinde uyguladığı “muazzam deneyi” bir anlatıya dönüştürmek, bu özneleri hayaletler, otomatlar olmaktan çıkararak mümkündür. 15 saat çalışılan 12 metrekarelik atölyelere; penceresiz, kapısız, sıvasız işçi evlerine girmek; ekmeğe karışan insan terine, örümcek ağlarına, hikâyeye bakmak gerekir. Bilim, tarihsellikten yola çıkan analiz, böylesi bir ikinci anlatıyla bütünlenir. Ranciere’in bu tespiti çok ufuk açıcı geliyor bana.

Söz ettiğiniz yazı dizisinin bir etkisi olabildiyse, ki buna mutlu olurum, biraz erken bir alarm çalmasından sanırım. Yoksa yıllardır emek haberciliğinde inat eden bir gelenek var, benim bile ilk kez seçtiğim bir yazı biçimi değil. Covid-19 kaynaklı ilk ölümün açıklandığı gün söyleşilere başlamıştım, her tanıklığın altına o gün duyurulan ölüm ve vaka sayılarını ekliyordum, 10’lu rakamlardan 20’lere geçerken bile nasıl bir dehşete kapıldığımı hatırlıyorum. Veriler şeffaf olmadığı için sadece kestirebiliyoruz, bir gün içinde belki bin kişinin hayatını kaybettiği akıl almaz bir vahşet anındayız şu anda. Bunu vahşet kılan, kimlerin öleceğine açıkça karar verilmesi ve nihayetinde de bir işçi kıyımına dönmesi. Daha en başta yaşadıklarımızdan olabilecekleri sezerek, küresel bir halk sağlığı meselesine emek perspektifiyle bakmanın erken örneklerinden biri olabilmişti sanırım o dizi. Ve çıplak, safi sesti, insan sesiydi. Belki o sırada okuyanlardan, böyle kritik bir anda neden birinin çalışmaya ilk ne zaman başladığını, en son ne zaman yaz tatili yaptığını, evde hangi masada çalıştığını, en büyük hayalini okuyoruz diye soran olmuştur. Çünkü öyle bir an için bir anlamda elzem değildi o teferruat. Bu kadın lafı bu kadar uzatıyor, demiştir belki birileri. Hikâyenin böyle daha bütün ve hakikate yakın olacağını umdum diyeyim.

BENLİĞİMİZİ ŞEKİLLENDİREN HİKÂYE

Sosyal mesafe kuralları gereğince insanlar arasındaki temasın sınırlandırılmasının bir yandan salgın öncesi de sosyal temasın sınırlı ve yetersiz olduğunu anlamamızı sağladığı söylenebilir. Yazılarınız bu temassız ortamda kendi çemberinde kalmış çalışan gruplarını veya grupların çalışma deneyimlerinin kapalı kalmış kısımlarını tüm toplum için erişilebilir kılıyor. Bir anlamda, daha önce mücadele veya trajedi anlatıları haricinde dikkat çekmeyen gruplar ve deneyimler/öznellikler adına bir temas çağrısı ortaya konuyor. Öznellikler üzerinden ortaya çıkan bu yeni tür temas çağrısının toplumsal mücadeleler ve koşullar açısından imkânlar üretmesini umabilir miyiz? Bu temas imkânı hakkında, mücadele içinde olan ve farklı alan, koşul ve imkânlara sahip özneler açısından, toplum açısından ve yazılarınız aracılığıyla seslerini duyduğumuz insanlar açısından neler söylersiniz?

Sosyal mesafeden daha önce, siyasi kutuplaşmanın toplumsal etkisini de anmamız gerekiyor galiba. Bu kutuplaşma, doğrudan yayınlarla pozisyonların belirlendiği, dolayısıyla belli kesimlerin belli içerikle de temasının kalmadığı bir medya alanı oluşturdu. Örneğin anaakımda gazetecilik yaparken bir konuda okuduğu bir yazıdan sonra fikrinin değiştiğini, mesafe duyduğu bir gruba başka türlü bakmayı deneyeceğini söyleyen e-postalar alabiliyordum. Çeşitli söyleşilerin, panellerin ardından sohbet ediyorduk, etkinliklerine çağırıyorlardı; bu insanlar gerçekti, hiç abartmıyorum. Bu temas, bizim yazdıklarımızdan dolayı değil, bunu olanaklı kılan havayla da ilgiliydi. Kutuplaşmanın yanında, yaşamanın birçok anlamda güçleşmesi, biraz da anlaşılır biçimde insanları içine kapattı, var kalma çabası ağır bastı. Bunun medyayla ilişkisinden gidersek, biraz zaten “bildiğini” duymakla, birinin sizin adınıza öfkelenmesiyle, duygulanmasıyla yetinilen bir okurluğu da besledi. Dediğiniz gibi bir temas, o var kalma çabasına da güç katabilir oysa.

Pandemi yazı dizisini hazırlamanın düşündürdüğü şeylerden biri şuydu: Özellikle işten atılma riski yaşayan, kimliğinin açık edilmesinin çok şeye mal olacağı kişilerle sohbet ederken, birlikte hangi detayları eklemeyeceğimize karar veriyorduk. Bazen o yükü taşımaktan çok endişe ettiğim için, yazarken daha da eksilttiğim oldu. Dolayısıyla bir insan konuşuyor ama o kişi hangi şehirde yaşıyor, kaç yaşında, ne okumuş, hangi bölümde çalışıyor; bütün bunlar olmaksızın bir hikâye çıkıyordu ortaya. Neredeyse anonimleşen bir hikâye gibi değil mi? “Kişisel” denebilecek birçok detay budanmış. Öyle olmuyordu işte, yayınlandıktan sonra “sesi” duyulduğu için ne kadar mutlu olduğunu söylüyordu mesela o kişi. Bu kadar şahsi detaydan yoksun bir anlatı onun sesiydi. Kapitalizmin sömürüsünü, bunun bedenindeki ve ruhundaki izini anlatırkenki içtenliği, öfkesi oradaydı çünkü. Bizim sesimiz ne, nereden çıkıyor üzerine çok düşündüm sonra. Emek hikâyemiz “sesimizin” ne kadar büyük bir kısmını oluşturuyor aslında, “ben” diye bildiğimizi eze büze incite şekillendiren çalışma hayatımız oluyor, öznelliğimizi buralardan inşa ediyoruz. Bu bizim sesimiz. Dolayısıyla farklı sınıflardan, yakalardan emek hikâyelerini bu kesişim hattında birbirine değdirmenin bir temas olanağı yaratabileceğine, tecrübeyi ortaklaştırmanın daha bütüncül bir açı katabileceğine inanıyorum kişisel olarak. Fakat bu buluşulan bir zemindir sadece, girizgâhtır, bir imkândır. Mücadelenin nasıl gelişebileceği, nerelerde tıkandığı da muammalı, nüanslı bir alan çünkü. Bir diğerinin ne yaşadığını hiç bilmemek değil temel meselemiz. Bilakis çoğu kez bilmemize rağmen yaşadığımız acz.

Sosyal medyanın gösterme/duyurma imkânlarıyla birlikte olayları akışın içinde görünmez kılma/unutturma riski de taşıdığı söyleniyor. Son zamanlarda özellikle sosyal medyada, politik anma günlerinin ve törenlerinin yerini unutmama/unutturmama kampanyalarının almasıyla sürekli bir hatırlama ihtiyacının yaygınlaştığını gözlemliyoruz. Öznel deneyim anlatılarının bu ihtiyaç bağlamındaki karşılığı üzerine ne düşünebiliriz?

Kayıpların “kişileştirilmesi” öncelikle mücadele geleneğinin bir parçası. Diğer yandan örneğin kadın cinayetleri, iş cinayetleri adları konmasa, mağdurların kim oldukları yaygınlaşmasa silinip gidecekler. Şiddeti var eden yapı bu cinayetlerin topluma temasını, sonra yargıya yansıma sürecini de belirliyor; yargıya yansıdıktan sonra da cezasızlık mekanizması aynı yapıya bir kat daha çıkıyor. Bu yüzden kaydetmek, hatırlamak, yaygınlaştırmak bizatihi bir mücadele biçimi haline geliyor. Biraz daha dilimize yapışmış, sonucu itibarıyla da haklı olan hafızasızlığın, başka bir dinamiği, suç ortaklığıyla ilişkilendirilebilecek sosyolojik, psikolojik, politik başka bir izahı var. Fakat çok kısa diyebileceğimiz aralıklarla yaşanan trajedilerin bellekte bıraktığı hasarlar da olabiliyor, bunun doğurduğu daha travmatik bir hafıza sorunu da var. O yüzden örneğin 10 Ekim katliamında hayatını kaybedenleri anmak, onları birer birer tanımak, hatıralarına saygı olduğu kadar, devlet şiddetinin uzun ve de kısa dönemli tarihini, dolayısıyla bugün ne yaşadığımızı anlamlandırmak açısından da önemli.

VİCDAN DEĞİL İLKELER

Öznel deneyimlerin temasa açılması, kırılganlığı ve bazı riskleri de akla getiriyor. Bir yandan öznelliğin özgün yönleri, bir yandan da mücadelenin ya da toplumun ihtiyaçları düşünüldüğünde birey öznelliğini mücadele diline çağırmanın sınırları nereye çizilebilir? Hikâyeleri duyurur ve yorumlarken koruyucu ve onarıcı olabilmek amacıyla sizce özellikle temkinli olmamız gereken noktalar var mıdır? Sizce hem koruyucu hem de onarıcı olabilmek için sınıf kurumları ve aklınıza gelen başka kurumların özel olarak üzerine düşen görevler var mıdır?

Evet, burası da dediğiniz gibi kırılgan, karmaşık bir alan. Kendi yaptığım iş üzerinden konuşayım. Albert Camus, bir denemesinde soruyordu, bir insan hayatının gerçeği nasıl anlatılabilir? Bir kişiyi özel bir kamerayla durmaksızın kaydetsek, bu kayıt o kişinin hakikatini verir mi bize? Vermez çünkü o hakikate biçim veren başkalarıyla da ilişkileridir, kesişimlerdir. Buradan, ancak o kesişimler üzerine düşünmenin, çıkarımlarda bulunmanın, odaklanmanın bizi bir insanın gerçeğine yaklaştıracağını düşünebiliriz. Yine klişeyle söyleyelim, sadece piksellere yoğunlaşmak büyük resmi görmenin garantisi değil yani. O yüzden örneğin pandemi yazı dizisinden sonra, sadece öznelliklere odaklanmayan, onu da içeren ama aktarıcı olarak teoriyle pratiği buluşturmaya gayret eden bir seri hazırlamak istedim; “belirsizlik” teması üzerinden gittim.

Bir insanın gerçeğine yaklaşma çabasının hem edebiyatın, hem gazeteciliğin hem de mücadele fikri üzerine düşünmenin ortak noktası olduğunu varsayıyorum. Düşmemeye çalıştığım bir tuzak var; kişisel hikâyelerin, duyguya odaklanan, duyguya çağıran, güçlerinden mülhem bir yanı var. Aktarım dilini, meseleyi apolitikleştirmeyecek, tecrübeyi psikolojiye indirmeyecek, ajitasyondan kaçınacak bir şekilde kurmak önemli bu yüzden. Okuyanda bir duygu uyandıracaksa bu öfke olmalı, değiştirme arzusu olmalı. Yıllar içinde fırsat buldukça ifade etmişimdir, vicdan üzerinden açıkladığım hiçbir işim yok. Vicdan gibi soyut kavramlara değil, ilkelere ihtiyacımız var.

Sezdiğim, kafamı kurcalayan, doğru ifade etmeye çalışacağım bir nokta daha var: İster bir emek hikâyesi anlatılsın, ister bir hak gaspı, mağduriyet hikâyeleriyle kurulan ilişkide hep en “uç”u arayan bir eğilim oluyor. Sefaletin, sömürünün, işkencenin en ağır hali elbette en fazla tepkiyi doğuracaktır, ama sanki gittikçe buna, sadece buna odaklanma, daha azıyla bir sistem sorununa ikna olmama eğilimi beliriyor. En tehlikelisi de daha azına yoksulluk, daha hafifine şiddet demekten vazgeçme hali belki de. Yoksulluğun, sömürünün tanımını bu şekilde daralttığınızda, birçok insanın hakikatinden anında kopuyorsunuz. Marjın merkezle bağı, yani aslında birbiriyle ilişkili tek bir meseleden bahsedişimiz görünmez oluyor. Bu aynı zamanda şunu da içeriyor, böylelikle kendi yoksulluğunu da görmez olabiliyor kişi. Görmek belki doğru fiil değil, ilişkili bir sorun saymıyor, marjdaki o hikâyenin yarattığı büyük duyguya kapanıyor. İnsan karmaşık yaratık, kapitalizmin mekaniği daha da karmaşık. Şunu unutmamak gerekiyor galiba: Kapitalizmin üzerimizdeki tesirlerinden biri diğerlerinin acısına duyarsızlaşmaksa, bir başka sonucu da kendi acına, kendine yabancılaşmak. Bunları da düşünmek gerekir, ama sadece bir orta sınıf körlüğünden, eksik sınıf bilincinden daha karmaşık bir hal bu anlamaya ve anlatmaya çalıştığım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir