Ruhsal Hayat Sınıf Mücadelesinin Bir Alanı mıdır?

Eylem Akçay

Kaynak: http://elestirelsosyalistdusunce.blogspot.com/2017/05/sunum-metni-ruhsal-hayat-snf.html?m=1

PEP deneyimlerine dayanarak teorik olarak yetkin olmadığım bir alanda konuşacağım. Aslında ele aldığım konu daha yetkin bir çalışma gerektiriyor. Alanın kavramlarına da hakim değilim, mesela ruhsal hayat, duygular, duygulanım, öznellik, kişilik ve davranışı birbirinin yerine kullanıyorum çoğunlukla. Yine de PEP toplantılarında yaptığımız tartışmaları paylaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Bireylerin ruhsal hayatının, sınıfın tıpkı ekonomik ve politik mücadele alanları gibi bir mücadele alanı olmaya aday olduğunu iddia edeceğim. Bireyin öznelliği kollektif bir üründür, dolayısıyla kollektif bir sorumluluk yaratması beklenebilir. Sınıf mücadelesi, tıpkı sendikalar ve partiler gibi bu alanın da özgün kurumlarına ihtiyaç duyuyor.

Politika ve mücadele söz konusu olduğunda ruhsal hayat ve duygular hep işin içindeydi elbette. Öfke, umut, hırs gibi güçlü duygusal ifadeler olmadan direnişten bahsedemiyoruz. Ancak bunlar konuşulurken duyguların hareketlere etkisinden, nasıl kullanılacağından veya yönlendirileceğinden bahsediliyor genellikle. Burada bu ikisi arasındaki ilişkiden değil, ruhsal hayatın mücadelenin konusu edilmesinden bahsetmeye çalışacağım.

İş hayatı ruhsal hayat evreninde de işler

Ruhsal hayatın mücadelenin veya politikanın konusu edilmesi yeni bir konu sayılmaz. Feminist mücadele, özellikle çoğunlukla tam hakkı verilemeyen “özel olan politiktir” ifadesiyle ruhsal hayatı doğrudan konu edindi. Cinsiyete dayalı adaletsizlik elbette duygular evreninde çalışan bir eşitsizlik türü ve ister istemez duygularla yakından alakalı. Ancak bugün, iş hayatı da duygular, ruhsal hayat evreninde çalışıyor -veya bugün bunun böyle olduğunu daha net görebiliyoruz.

Buna ilişkin birkaç ipucu var. İlki, öncelikle emek sömürüsünün fizikselliğinin yanı sıra zihinsel bir süreç olarak görülmeye başlanması. Başta kafa emeği, kol emeğinden ayırdedilebiliyordu, hatta bu ayrım işçi aristokrasisi diye adlandırılan durumun kaynaklarından biriydi. Bugün teknolojinin ve denetim sistemlerinin gelişmesiyle, kayzen gibi Fordizmden daha gelişkin yönetim metodlarıyla kol işçisinin zihinsel faaliyetlerinden üretimde yararlanıldığı halde işçinin üretim sürecinin bütününe hakim olmaktan dışlanması mümkün oluyor.

İkinci ipucu, 70lerde başlasa da son yıllarda kendini tümüyle dayatan iş hayatıyla iş dışı hayatın birbirine girmesi, bir anlamda iş hayatının dinlenme ve sosyal hayat gibi yeniden üretim alanlarını dolaysızca belirlemeye talip olması olabilir. Üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişki, aile ve devlet gibi iş dışı sosyalliklerce dolayımlanır. Ancak şirket kültürü ve kişisel gelişim söylemleri, “kendini yönet” öğüdüyle özetlenebilecek bir ahlaki ilkeyle bu alanın üretimle ilişkisinin dolaysızlaştığını işaret ediyor.

Üçüncü ipucu, hizmet sektörünün büyümesi ve özelleşmesiyle belirginleşen çalışanların duygularını yönetmesini, duygu üretmesini gerektiren duygulanımsal emek başlığı altında incelenen çalışma tarzı olabilir.  
Bu üç ipucu emek sömürüsünün gelişkinliğini ifade ediyor. Kişiliğin çalışma ilişkilerine dahil edilmesinin çalışanın iş üzerindeki hakimiyetini artırması beklenirdi. Oysa işçiler yönetilebilir olmaya, patron için çalışmaya devam ediyorlar. İşçinin iş üzerindeki hakimiyeti, ancak dev firmaya mal yetiştirmeye çalışan kobinin ürettiği ayakkabı üzerindeki hakimiyeti kadar olabiliyor. Taşeron işletmenin kendi işçilerini dev firmanın işi için ezdiği gibi, işçi de kendi kendisini sömürüyor.

Ruhsal hayattaki sınıf mücadelesinin belirtileri

İşçi bireyin bedeni ve ruhu üzerinde yaşanan bir sınıf çatışması söz konusu. Çalışma ilişkilerinde geliştirilen yönetim teknikleri ve söylemler devletten aileye tüm toplumsal örgütlenmere yayıldığı için, bu ikiye yarılma sadece işçilikle ve işçilerle sınırlı kalmıyor.

Yeni gündeme gelen emek temelli sorunların çoğu bu sınıf çatışmasının yaşandığı cepheler gibi. Bu cephelerde işçilerin güçlü oldukları ve zayıf oldukları yerler var. Ama sonuçta güçlü alanlar kontrol altında tutularak hep kazanan bir kumar masası gibi sermaye hep galip geliyor. Mücadelenin bu cepheleri yeni değil belki, ama bu noktalar ancak sınıf mücadelesi tarafından işçilerin sınandığı anlarda, mücadele onları önümüze çıkarttığı zaman tanınabiliyor. meseleyi nasıl ele aldığımı anlaşılır kılmak için işçilerin zayıflatıldığı bazı noktaları, güçlü yanlarla ve birbirleriyle tümüyle iç içe oldukları ve ayrılmaları mümkün olmadığı halde, bir kaç başlık altında toplayacağım.

İlk olarak, iş tahribatı diyebileceğimiz, işçinin bedensel ve ruhsal bütünlüğünün bozulmasını ele alalım. Bu alanda Türkiye’de ve dünyada 1970lerde başlayan mücadele hattı ancak son yıllarda yol katetmeye başladı. Bugün Fransız işçi sınıfının mücadelesiyle çalışma hayatının yol açtığı ölümler ceza yasasının, cinayetle ilgili hükümlerin konusu oluyor. Türkiye’de ilk defa 1970lerde kullanılan iş cinayeti kavramı, İSİG meclisinin çalışmalarıyla artık toplum tarafından bilinir oldu. Ruhsal rahatsızlıkların meslek hastalığı sayılması da ancak yeni bir talep olarak ortaya çıkıyor. Bu konuda, yine 1970lerde Amerika’da ortaya konduğu halde kadınların yaşadığı daha özel sorunlara çok seyrek sıra geliyor. Bunun yanı sıra, iş yeri intiharları, daha doğrusu iş kaynaklı intiharlar gündeme geliyor. Japonya’da yaygın olan iş kaynaklı intiharlar,  altına itildikleri kültürel açıklama örtüsünü deliyor.

Bu intiharları iş kaynaklı ruhsal bir tahribat veya iş cinayeti gibi ele almak yeterli olmuyor. Sosyolojiyi bir bilim olarak kuran temel jest, intiharın sosyal bir olgu olarak açıklanmasıydı. Bu intiharlar da sosyal olgulardır. Ben bu intiharları sınıf savaşının kamikaze saldırıları gibi düşünüyorum. Mısır’da intiharıyla Arap Baharı’nı başlatan Muhammet Buazizi’nin yanı sıra Türkiye’de Soner Semih Sipahi, Hilmi Matlisa, Mehmet Pişkin ve isimsiz başka kahramanlar birlikte düşünülmeli, aynı cephede görülmeliler. Bu intiharların genelinin ortak bir özelliği, geri çekilme değil topluma seslenen, sonuç almaya yönelik, son bir saldırı edimleri olmaları.
Duygu durumu düzenleyici ilaçların kullanımının artışını da ruhsal tahribatın artışı olarak yorumlamak yeterli değil. Antidepresan, bir rahatsızlığı ortadan kaldırmak için, hekim kontrolünde ve düzenli şekilde kullanılmıyor.  Antidepresanla birlikte vitamin haplarının kullanımı da artıyor. İşçilerin bu ilaçlardan temel beklentisi tedavi etmesi değil, duyguları kontrol etmeyi kolaylaştırması, kontrol edilemeyen duyguların çalışmaya engel olmaması. Bütün bir kişisel gelişim yazınının işlevlerinden birini paylaşıyor bu mucizevi ilaçlar.

Mücadelenin kazanananı, kaybedeni  
Kısaca söylemek gerekirse, ruhsal tahribatı sadece çalışma düzeninin birey üzerindeki olumsuz etkisi olarak görmemek gerekiyor. Ruhsal tahribat, birey üzerinde geçen ve gelişen sınıf mücadelesinin bir görüngüsüdür.
Son yıllarda kullanımı özellikle yaygınlaşan mobbing kavramı da ruhsal alandaki sınıf mücadelesinin bir görüngüsü olarak ele alınmalı. Mobbing hem sermaye cephesi hem de emek cephesi tarafından tarif edilmeye çalışılıyor, öyle ki sadece kavramın anlamı üzerinde bile açıkça görülebilir bir sınıf mücadelesi yaşanıyor. Mobbing taciz gibi yapısal olarak güçlü olanın zayıf olana uyguladığı bir eziyet değil. Alttan üste ve yatayda uygulanabildiği gibi üstten alta da mobbing uygulanabilir. Mobbing bugün sermaye açısından kontrollü bir savaş stratejisi, bir yönetim stratejisidir, aynı zamanda mavi ve beyaz yakalı işçilerin elinde bir silaha dönüşmüştür. İşçiler iş yerinde ortaya çıkan her türlü sorunu mobbing olarak adlandırıyorlar. Hem kavramın içeriği üzerindeki mücadeleye doğrudan katılıyor, hem de yaşadıkları sorunu toplumsal bir soruna tercüme ediyorlar. Örneğin, işe geç kaldığı için soruşturma gören bir işçi kadın savunmasını, rahatsızlığı dolayısıyla geç kaldığını, yöneticinin soruşturma açmasının mobbing olduğunu söyleyerek yapıyor.

Gerçekten de performans sistemi, “hadi hadi” sistemi, işten çıkarmanın kolaylaştırılması mobbingi bir yönetim stratejisi haline getiriyor. Çalışma hayatının bu görüngüleri ruhsal alandaki mücadelede işçileri tümüyle silahsız bırakmasa da sermayenin önde olmasını sağlıyor. Türkiye’deki mevcut kıdem tazminatı tartışması ve mobing’in “zorba bireyin sağlıksız tavrı” olarak tarif edilmeye çalışılması sermayenin en çok kullandığı stratejilerden biri olarak savaşın ve sonuçlarının sınıfsal niteliğini kültürel ve bireysel açıklamalarla örtmek oluyor. Kıdem tazminatının, BES’in, kiralık işçiliğin, performansın ve işten çıkarmanın kolaylaşmasının ruhsal mücadele açısından ele alınması çok öğretici olabilir. Sonunda hep masanın kazanmasını sağlayan adaletsizliğe rağmen, ruhsal süreçler tümüyle mekanik süreçler değildir. Sermayenin her hamlesi işçi sınıfının yeni silahlar edinmesini de kolaylaştırıyor.

Bir diğer görüngü, çalışma düzenini işçileri suç ortağı kılarak sürdürmek. Bankacılar, çağrı merkezi çalışanları, kriminal işler yapan sektörlerde, işletmelerde veya kriminal çalışma koşulları altında çalışanlar düşünüldüğünde çalışma düzeninde suç ortaklığının yerinin daha bir belirginleştiği söylenebilir. Bankacı, bankanın vergi vermemek ve türlü başka kurnazlıklar için ana firma bünyesi dışında illegal olarak kurduğu bir kurumda, bir çağrı merkezi çalışanı gibi telefonla, geri ödemesi mümkün olmadığı ve yüzde yüz işletmesinin batmasıyla sonuçlanacağı halde bir kobiye zorla kredi satar; üstüne üstlük yasaya aykırı şekilde fazla mesaiye kalabilmek için fazla mesai süresinin sonunda turnikeden çıkarak turnikeden geçmeden çalışma alanına döner. İşçiler yasaya aykırı olarak işverenin yatıracağı sigorta masrafı düşsün diye maaşlarının bir kısmını elden alır; ya da bankaya yüksekten yatan maaşlarının bir kısmını elden işverene geri öderler. Mühendis, üretilen arabanın egzos ölçümlerini yanlış bildirir; maden kazasında patronun yerine hapis yatar. Suç ortaklığı, sermayenin işçinin bedenindeki ve ruhundaki bir zaferidir bir anlamda. Yine vurgulamak gerekir: Bu durumun işçiyi tümüyle silahsız bırakması gerekmez.

Sermayenin ruhsal alandaki bir başka başarısı örgütsüzleştirmedir. Sendikalar ve grevler yasaklanmakla kalmaz, işçi yalnızlaştırılır. BES ve performans sistemi gibi uygulamalar, işçi-işveren sözleşmesinin tümüyle bireyselleştirilmesini, iki birey arasında kalmasını sağlarken kıdem tazminatı fonu ve kiralık işçilik gibi düzenlemeler de işçiyle işverenin başbaşa kalmasının önüne geçer. Sermaye ilkinde işçinin güçsüz olduğu konumlanmayı kalıcılaştırır ve işçi-işveren ilişkisini işçinin kollektif davranışının önüne geçecek şekilde dolayımsızlaştırır. İkincisinde ise sınıf mücadelesinin yüzyıllara dayanan kazanımını arkasına alan işçiyle yüz yüze gelmekten kaçınır ve işçi-işveren ilişkisini çatışmasız kılacak şekilde dolayımlar. Bu yine ruhsal alanda bir mücadeledir; işçi için somut karşılığı yalnızlık hissidir. Sermayenin son hamlesi işçilerin kendi aralarındaki, yataydaki sosyal ilişkilerini yönetmek, işletmeden dolayımlanmayan hiçbir sosyal ilişkiye yer bırakmamaktır. Şirketler çalışanların sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri imkanlar oluşturmaz, bu ihtiyaçları bizzat karşılamaya talip olurlar. Paintball turnuvalarını ve piknikleri zorunlu tutar, kaçış oyunlarındaki performansı iş performansını ölçmek için kullanırlar. İşletme, işçiye en yakın iş arkadaşından daha yakındır, işçinin en derin sırlarını bilir ve bunları iş arkadaşlarının bilmesini kesin olarak engeller. Sonuçta işçi ya yalnız kalır, ya da işletme karşısında tek başınadır.
Bütün bunları, bugünkü iş düzeninin bireylerin arzularının, benlik duygularının, kişiliklerinin ve ruhsal hayatlarının sömürülmesine dayandığını örneklemek için anlattım. İşçilerin ruhları ve bedenleri sınıfsal olarak bölünür, bedensel ve ruhsal hayat bir sınıf mücadelesi alanı olarak belirir. Buradan çıkartılması gereken temel sonuç, işçilerin halihazırda ruhsal alanda bir sınıf mücadelesi verdikleri olmalıdır.

Kollektif ruhsal mücadele
Bir sonraki adım, bu ruhsal mücadelenin kollektif bir mücadele haline gelmesidir. Birey devrim yapamaz belki, devrim bireyde başlamaz ama iki insan arasındaki ilişkide başlar. Bugünün devrimci hareketi ortak bir düşünce ve duygu etrafında toplanıp ortak bir kimlik oluşturmak değil, arkadaşlığı yalnızlığı ortadan kaldıracak kurumsal bir niteliğe büründürmektir. İşletmeden dolayımlanmayan ve kültürel zorunluluğa veya dışsal bir ortaklığa dayanmayan ama ruhsal çıkarları ortaklaştıran, ortak ruhsal talepler geliştiren arkadaşlık bağları, devrimci örgütlerdir. İşçi örgütlenmelerinin “kişisel olan politiktir” diyen ve kadın çemberlerinde toplanan kadın hareketinden öğrenmesi gereken çok şey vardır.
Bu tür kurumları örnekleyerek bitirmek istiyorum.

Plaza Eylem Platformu, kuruluşu ve etkinlikleriyle değineceğim ilk örnek olacak. PEP’in ilk toplantılarında toplumsal muhalefetin ve sınıf hareketinin gündemlerinden gündem devşirilir ve sırayla tartışılırdı. İş çıkışı düzenli haftalık toplantılar yapılmaya başlandığında, çalışma düzeninin belirsiz fazla mesai sorunundan dolayı toplantılarda gecikmeler oldu. İşçiler toplantıya başlamak için birbirlerini beklerken sohbet etmeye başladılar. Bu sohbetler zamanla PEP’in niteliğini tümüyle belirlemeye başladı. Böylece bir emek örgütü olarak PEP’in kendi gündemi, kendi çatışmaları ortaya çıktı. Toplantıların temel işlevi, işletmeden dolayımlanmayan, yatayda gelişen, iş yerindeki hiyerarşinin aksine eşitlik vaat eden bir toplumsal ilişki kurmaya dönüştü.

Kısa süre içinde bunun bir kamusal hizmet olduğunun farkına varıldı, “deneyim paylaşımı atölyeleri” ile bu ilişki vaadi kurumsallaştırıldı. Bu atölyeler, bir yandan katılan işçilerin zorunlu iş ilişkilerinin aksine birbirlerinin yanında zayıf yanlarını gösterebilmelerini sağladı; diğer yandan da ruhsal süreçlerinden yola çıkarak kollektif mücadele araçları, kavramlar ve yeni duygulanımlar üretmelerine vesile oldu.
Deneyim paylaşımı atölyelerinde elde edilen örgütsel beceri, Soma katliamı sonrası Levent’te Soma holding önünde yapılan oturma eylemi ve forumlarda işlevli oldu.

PEP’in bir diğer çalışması, işten atıldım sitesiyle verilen duygusal kamu hizmetidir. Sitenin sloganı “işten atıldım ama yalnız değilim” şeklinde. Hukuki dayanışma ve bilgilendirme yapılıyor, ama gönüllülerin de katılacağını düşündüğüm düşünceme göre sitenin gördüğü en temel işlev ruhsal alanda oluyor.

PEP’te yaptığımız tartışmalarda PEP faaliyetlerini bu işlevleri de kapsayan kamusal hizmet olarak tarif ediyoruz. Benzer faaliyetlerin başka yerlerde de oluştuğunu, işçiler arasında bu işlevleri gerçekleştirecek arkadaşlıklar ve düzenlemelerin yaşandığını düşünmek mümkün. İşçi sınıfının ekonomik örgütleri, sendikalar ve sandıkların başlangıçtaki işlevi, kadınların gün toplantılarına benzer şekilde ortak kasalar oluşturmalarıydı. Bugün benzer şekilde duygusal, psikososyal ortak kasalara ihtiyacımız var. Ruhsal sandıklara, ruhsal güvencelere ve sendikalara ihtiyacımız var. Bu örgütler, mevcut talepleri ruhsal, psikososyal bir yaklaşımla ele almanın yanı sıra yeni ruhsal, psikososyal haklar ve talepler geliştirmek durumundadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir