Ortak Sorunlara Ortak Çözümler

Umut Kocagöz

Kaynak: https://www.birartibir.org/dayanisma-ekonomileri/407-ortak-sorunlara-ortak-cozumler

Yeni Emek Çalışmaları Ofisi olarak 29 Haziran’da “İşyerinde Dayanışma Ekonomileri” başlığıyla bir toplantı düzenledik. Türkiye’de dayanışma ekonomileri ve kooperatifler üzerine çalışan araştırmacılar ile Türkiye ve Yunanistan’dan aktivistlerin katıldığı etkinlikte, 70’lerin Maden-İş’indeki deneyimlerden yeni kuşakların arayışına, gönüllü emeğinden paylaşıma, yerel yönetimlerin imkânlarından dünyadan yeni ve özgün dayanışma modellerine, pek çok konu konuşuldu. Umut Kocagöz toplantıdan izlenimlerle farklı dayanışma pratiklerini Birartibir.org için kaleme aldı.

“İşyerinde Dayanışma Ekonomileri” toplantısının çerçevesini çizen Kooperatifler Ekseninde Alternatif Kamusallıklar başlıklı konuşmasında Uygar Yıldırım, dayanışma ekonomisi tartışmasını alternatif kamusallık içinde düşünmemizi önerdi. Yıldırım’a göre Türkiye’de her geçen gün daha fazla insan gıda ve tarımdaki sorunları yakından takip ediyor, böylece “gıda hiç olmadığı kadar politik hale geliyor”. Nitekim gıda krizinin derinleşmesi seçimler öncesinde hükümeti de köşeye sıkıştırdı, tanzim satışlar devreye sokuldu. İzmir ve Dersim’de yerel yönetimlerin tarımsal kooperatifçilik çalışmaları ülke sathında görünürlük kazandıkça, yerel yönetim programları gıda meselesini kapsamaya başladı. Bu türden yerel deneyimler merkezi hükümeti politikalarını değiştirmeye de zorluyor. Yıldırım’ın da belirttiği gibi “Tire Süt Kooperatifi’nin başarılı uygulamaları sonrasında AKP hükümeti belediyelerin okullarda ücretsiz süt dağıtmasını yasakladı ve sütü bir sosyal politika aracı olarak kendisi dağıtmaya başladı”.

Yıldırım, yaşanan sürecin toplumda oluşan birikimden dolayı bir ihtiyaca tekabül ettiğini söylüyor: “Tarım, gıda, ekoloji gibi bağlantılı sorunlar giderek kooperatifler, yerel yönetimler ve merkezi hükümetler eksenli gelişen bir kamusal tartışmanın odağı haline geliyor.” Böylece gıda meselesi aynı zamanda bir yönetim meselesi olarak da siyasallaşıyor. Yıldırım, “halkın sosyal ve ekonomik gereksinimlerinin devlet ve piyasa dışı mekanizmalarla karşılanmasını hedefleyen ekonomik ilişkiler alanı” olarak tarif ettiği “dayanışma ekonomilerine” “alternatif kamusallık” kavramını eklemeyi öneriyor. Kooperatiflerin, gıda kolektiflerinin açtığı alanda, yerel yönetimler, zaman zaman da merkezi düzeyde inşa edilen yeni kurumsal yapılarla, “kır ve kentlerde devlet ve sermaye dışında gıdanın yönetim, üretim, dolaşım süreçlerinin kamusal tartışmaya açılmasının” mümkün olduğunu söylüyor.

Sendikal hafıza ve kooperatifçilik

Sendika-Kooperatif İlişkisi ve Özgün bir Deneyim başlığını taşıyan konuşmasında Serkan Öngel, sendikal örgütlenmenin kooperatifçilik tarihine vurgu yapıp Maden-İş’in 1970’lerdeki deneyimlerini aktardı. Öngel bu unutulmuş, çok önemli deneyimleri sözlü tarih çalışmalarıyla, arşiv taramasıyla tozlu raflardan çıkarmış. Demir ve Madeni Eşya İşçileri Sendikası, sonraki ismiyle Maden-İş, DİSK’in kurucu sendikalarından biri. Öngel, ‘60’larda güçlenerek toplumsallaşan sendikalarda “yönetici kademesinde olup da kooperatifçilikle uğraşmamış kimse bulunmadığını” aktarıyor. “Yıldırım Koç’un Türk-İş Tarihinden Portreler kitabındaki her röportajda sendikacılar işyerlerindeki tüketim kooperatifi deneyimlerinden bahsediyor” diyor ve devam ediyor: “Büyük işyerlerinde çok sayıda çalışanın toplu ürün tedarik ettiği basit bir dayanışma ilişkisi vardı. Dolayısıyla tüketim kooperatifleri, Türkiye sendikacılığının başından beri mevcut. Sendikalar öncesinde de işyeri bazlı kooperatifçilik deneyimleri söz konusuydu.” Türk-İş’in eğitim programına kooperatifçiliği koyması da bunun bir göstergesi.

Öngel, 1971’de Türk-İş’e üye 12 sendikanın hazırladığı bir raporda “karma ekonomide, kamu ve özel yanında kitle teşebbüsü ya da kooperatif kesimi yer almalıdır” ibaresinin yer aldığını aktarıyor. 1973’te CHP’nin hazırladığı “Ak Günler” başlıklı bir broşürde de “halk sektörü” tartışması kapsamında devletin kooperatiflere müdahale etmeyeceği, demokratik halk kooperatifçiliği odaklı politika geliştirileceği vurgulanıyor.

Aynı dönemde Maden-İş, izin hakkını toplumsal sözleşmelerde önemli bir ilke olarak savunuyor. Bu hak, Balıkesir’in Gönen ilçesinde, bugün adı Kemal Türkler Tatil Sitesi olan MİTES’in (Maden-İş Tatil Sitesi) kuruluşuyla somuta dökülüyor. 950 bin metrekarelik arazide, sendikalı işçilerin tatil yapması hedefleniyor. Ancak biraz farklı bir tatil bu: “Sitede, ciddi bir üretim faaliyeti öngörülüyor. Arka planda ise ‘işçi pazarları’ perspektifi var. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde şubelerin açılması, bunların altında işçi pazarları oluşturulması, pazarlarda MİTES’te üretilen gıdaların satılması planlanıyor.” Öngel’e göre Metal-İş’in ve DİSK’in kurucularından Kemal Türkler’in konuya yaklaşımı çok önemli: “Türkler uluslararası sendikalara yaptığı gezilerde, sendikaların bankaları, sosyal tesisleri, tramvay işletmeleri olmasından etkileniyor. Fındıkzade’deki arsaya Anadolu’dan gelen işçilerin çocukları için öğrenci yurdu yapılması, yaşlı üyeler için huzur evleri kurulması gibi kapsamlı bir plan yapıyor. Yani sadece üretimde değil, hayatın yeniden üretiminde de dayanışmayı örgütlemeyi amaçlıyor.” MİTES’teki üretimle bir yandan tatile gelenlerin ihtiyaçlarının karşılanması, bir yandan da işçi pazarlarına ürün gönderilmesi planlanıyor. Tavuk çiftliği, süthane ve ekim alanlarıyla tesisin et, süt, yumurta, sebze ve meyve ihtiyaçları karşılanıyor.

Gönen’de kurulan Maden-İş İşçi Tatil ve Eğitim Sitesi’nin (MİTES) genel görünümü, bungalov detayı ve deniz gazinosu (Kaynak: Maden-İş Dergisi, Sayı: 45, 13 Ağustos 1974)

Kemal Türkler 1976 1 Mayıs’ındaki konuşmasında tüketim ürünlerinde aracıların, tefecilerin hâkimiyetinden bahsediyor. Sendika, devletin bu alanı örgütlemesini beklemeden, “bilfiil üretim-satış-denetim sistemi kurup” dayanışma inşa ediyor: “1979’da Maden-İş işçi pazarlarının ilki Ereğli’de, ardından Pendik’te, Silahtarağa’da kuruluyor. 1980 için 20 bin tavuk alımı ve günde 18 bin yumurta üretimi hedefleniyor. 300 ton kapasiteli salça üretim makineleri alınıyor. MİTES yanında, 1 Mayıs’ta işçilerin giydikleri 15 bin gömlek 1976’da açılan MİKSAN’da (Maden-İş Giyim Sanayi) üretiliyor. Sendika binalarının kapılarını yapmak için marangozhane, inşaat işleri için briket atölyesi, üç bin işçi çocuğunun katılımıyla düzenlenen Maden-İş çocuk yarışması da (MAÇOYA), o dönemin özgün deneyimlerinden.

Tüm bu faaliyetlerde amaç kâr değil, fiyatların aşağı çekilmesi. Bir değer üretiliyorsa o da işçiler adına yatırıma yöneltiliyor. Tüm kooperatif çalışanları ücretli. Süt, peynir gibi ürünlerin fiyatları marketten daha ucuz. İşten atılan işçiler ağırlıkla MİKSAN’da istihdam ediliyor. Öngel, sendikanın sosyal ilişkiler dairesinin “işçi pazarlarının tanıtılması, tüketim kooperatifleriyle bağ kurulması, fabrikalarda kooperatif çalışmalarına yönelik öneriler geliştirilmesi, konut kooperatifçiliği, KÖY-KOOP, HALK-KOOP ve taşımacılık kooperatifleri ile ilişkiler kurulması” gibi çalışmalar yürüttüğünü aktarıyor. Dolayısıyla, sendikal örgütlenme ile kooperatifçilik, hak mücadelesi ile gündelik yaşamın örgütlemesi yetkinlikle beraber yürütülüyor. Belki de bu sebeple “1980 darbesi sonrası askerlerin ilk girdiği yerlerden biri” Maden-İş kooperatifleri oluyor.

Yeni bir kuşak

Kadıköy Kooperatifi’nden Selma Değirmenci, Tarihsel Mirası ve Özgünlükleri ile Günümüz Kooperatifleri ve Kadıköy Kooperatifi konuşmasında güncel bir deneyimi aktarıyor. Değirmenci, devlet kontrolündeki kooperatifçiliğin yeni kuşaklara alternatif sunmadığını, darbe öncesi halk kooperatifçiliği geleneğinden de yeni kuşaklara hafıza aktarılmadığına işaret ediyor. Buna karşın 2000’lerde yeni bir kooperatif kuşağının yeşerdiğinin, bunun Gezi sonrasında iyice belirginleşmeye başladığının altını çiziyor. Değirmenci’ye göre yeni kooperatif kuşağının ortaya çıkışında somut kriz dinamiklerinin etkisi var: “Siyasal, ekonomik ve ekolojik kriz iç içe geçmiş durumda. Farklı ülkelerde de dayanışma ekonomilerinin çıkış dinamiğinde krizleri görüyoruz. Sınıf ve kimlik tekrar tartışılıyor. Bu tartışma, ortak sorunlara ortak çözümler bulmayı amaçlıyor.”Bu da, örneğin gıda sorununda olduğu gibi farklı kimlikleri, sınıfları bir araya getiren, birlikte çözüm arayışını derinleştiren bir bağlam yaratıyor.

Gezi sonrası Kadıköy’de ortaya çıkan mahalli dayanışma örgütlenmelerinin yaptığı kooperatifçilik tartışması, Kadıköy Kooperatifi’nin fikri temellerini atıyor. Boğaziçi Üniversitesi Mensupları Tüketim Kooperatifi (BÜKOOP), Anadolu’da Yaşam Tüketim Kooperatifi, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) ve Tohum İzi Derneği’nden destek alınıyor. Mevcut birikim, Kadıköy’e özgü dinamiklere göre tartışılıyor. 2016 yılında resmileşen kooperatif, şu an gönüllü yapısı ve dükkânı ile, kendi özgün örgütlenme modelini oluşturmuş. Model hâlâ evrilmeye devam ediyor.

Değirmenci, gönüllülerin kooperatifte yapabilecekleri işlerin “toplantılara katılmak, karar vermek ve karşılıklı sorumluluk almak, alınan görevleri uygulamak, ürünleri paketlemek, bir ürün bittiğinde üreticiyi aramak, kargo görevlisini karşılamak, kooperatife gelen kişilerle ilişki kurmak, başka bir kooperatif çalışması için farklı ilçelere gitmek, yeni insanlarla tanışmak” gibi geniş bir yelpazede yer alan sorumlulukları kapsadığını aktarıyor. Değirmenci, kooperatifin sadece sağlıklı gıdaya erişimle ilgilenmediğini, üreticilerle beraber örgütlenmek, gıda politikası oluşturmak ve gıda egemenliği için de çaba sarfettiğini dile getiriyor.

İşgalden özyönetime

Ardından Selanik’teki Vio.Me işgal fabrikasına bağlanıp kooperatif ortaklarından Nikol’e kulak veriyoruz. 2011 yılında Vio.Me’nin eski sahibi iflas edince ücretlerini alamayan işçiler, 2006’da başlattıkları yatay sendikal örgütlenme sayesinde fabrikayı işgal ediyor. Vio.Me özyönetiminin de başlangıcı bu tarih. Bir meclis kuran işçiler, “Paramızı almak, işyerimizde var olmaya devam etmek için ne yapabiliriz?” sorusunu soruyor. Selanik’teki radikal sol ve anarşist grupların meydana getirildiği Vio.Me dayanışma inisiyatifi, işçilerle benzer küresel deneyimleri paylaşıyor. Arjantin işgal fabrikalarından ilham alan işçiler fabrikanın yönetimini devralıyor. İflas öncesinde yapı ürünleri üreten fabrikada, “çevreye duyarlı, ekolojik, herkesin erişebileceği ucuzlukta” hijyen ürünler üretme kararı alınıyor. Bu kararın ardında inşaat sektörünün sorunları, hammaddenin pahalı olması ve çevreye duyarlı üretim yapma isteği yatıyor. “Ekolojik ürünlerimiz daha çok insana ulaşmayı mümkün kılacaktı. Ürünleri anlatırken kendi fikrimizi de aktarabilir, özyönetim mesajı verebilirdik” diyor Nikol. En büyük sorun ise, işgal fabrikalarının çoğunda söz konusu olduğu gibi, yeterli sermayeye erişememek. İlk ürünler, Yunanistan’ın farklı yerlerindeki sol çevreler, anarşistler, kooperatifler ve sosyal merkezler üzerinden satılıyor. Bugün internetten, Selanik’teki fabrikadan, Atina’daki dükkânlarından satışa devam ediyorlar. Ürünler başta Avrupa ülkeleri olmak üzere başka coğrafyalara da gönderiliyor.

Vio.Me’nin karşılaştığı önemli sorunlardan biri de, iflas eden şirketin borçlarının ödenmesi amacıyla fabrika arazisinin satışa çıkarılması olmuş. Syriza hükümeti bu konuda kılını kıpırdatmamış. Hukuki sorunlardan dolayı kooperatifin merkezi fabrikada yer alamamış. Ayrıca, hak kaybı yaşamamak için işçiler sosyal hizmetlerden faydalanamıyor. Yeni üyeler ise sosyal güvenlik sistemine girebiliyor. 35 işçiden 17’si kooperatif üyesi. Kooperatif, yeni bir üye ihtiyacı hissettiğinde dayanışma ağları üzerinden haber salıyor. “Kişi meclise katılıyor, orada tartışıyoruz. Üç aylık deneme süreci sonrası anlaşırsak, beraber yürüyoruz. Şu an altı yeni üyemiz var” diyor Nikol: “İşçiler günde sekiz saat çalışıyor ve ayda 450-500 avro kazanıyorlar. Her işgünü toplantı ile başlıyor. İş yaşamının her türlü detayını sabah toplantılarında konuşuyoruz. Mesela bugün çok fazla üretmeyelim, bakım işleri ve iletişime odaklanalım diyoruz.” Ayrıca ayda bir-iki defa da meclis toplanıyor. “Bu meclislerde sosyal-politik süreçleri, diğer inisiyatiflerle ilişkileri ve dayanışmayı konuşuyoruz” diye anlatıyor Nikol. Fabrikada verimliliğe dair sorunlar yaşandığını, bu konuda henüz yaratıcı çözümler bulunamadığını not düşelim. Ürünlerin fiyatlandırılması da başka bir mesele. Nikol’a göre, “bir yandan işçilerin haysiyetli bir ücret alması gerekiyor. Diğer yandan doğal ürünler pahalı”. Fiyatı düşürmek için küçük çiftçilerle doğrudan anlaşma yapıyorlar. Böylece, aracıları aradan çıkarıyorlar.

Siyasi bir kafe

Vio.Me’den sonra sözü Atina’daki Pagkaki Cafe kooperatifinden Giorgos Gkotshs alıyor. Pagkaki, on ortaklı bir kooperatif. 2004’te, birçok küçük anti-kapitalist inisiyatifin örgütlendiği dönemde temelleri atılmış. 2008’deki sokak isyanları sonrasında bu inisiyatiflerden bazıları kurumsallaşmayı tercih etmiş. İki yıllık çalışmanın ardından Pagkaki bir “kent kooperatifi” olarak kurulmuş. Hem yan yana gelme mekânı yaratmışlar hem de patronu olmayan bir işçi kooperatifi gibi faaliyet gösteriyorlar.

Haftada dört kere yapılan meclis toplantılarının üçü politik, biri pratik meselelere odaklanıyor. “Meclis dışında çalışma gruplarımız, sorunlar çıktığında konuştuğumuz forumlar da var” diyor Pagkaki. Politik amaçlarını “çalışma hayatında özyönetimi tesis etmek” olarak ifade eden kooperatif, Atina’daki dayanışma gruplarının yer aldığı koordinasyonun da parçası. 2012’de kurulan koordinasyonun amacı, farklı projeler arasında dayanışma sağlamak, kooperatifçilik yanlısı propaganda yapmak, sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadelelere ortak katılım sağlamak. Pagkaki, dayanışma ekonomisini pekiştirmek amacıyla başka kooperatiflerden ürün alıyor, kâr payı koymadan satışını yapıyor. Artan turistikleşme eğilimi ise kafenin özgün yapısını bozma riski taşıyor.

Yemek ve örgütlenme

Kuçe Yemek Kolektifi, Taksim’de, 3. Mevki lokantasının yerine 2017’de açılmış. Damla Çimen, bir araya geldiklerinde “parasız, güvencesiz” bir grup olduklarını, biraz da cesaretle bu kolektifi kurduklarını söylüyor. Mekânı tutunca şöyle karar vermişler: “Hiyerarşisiz bir ortam yaratılacak; kolektif çalışma, kolektif üretim, özörgütlenme gerçekleştirilecek, hayat paylaşılacak.” Zaten mekânın yarısı olan mutfak kolektif üretime açık. Söz konusu olan gıda olduğu için “nereden, nasıl temin edilecek, nasıl fiyatlandırılacak?” sorusu önemli. Bu yüzden ellerinden geldiğince küçük üreticilerden, kooperatif ve kolektiflerden ürün tedarik ediyorlar.

“Yemek tuzundan etkinliklere, fon başvurusundan tanıtıma” her şey haftalık toplantılarda konuşuluyor. Kolektifin yedi faal üyesi var. Ayrıca bir destek grubu mevcut. Aylık toplantılarda ise üyeler arası iletişimi açacak, geliştirecek değerlendirmeler yapılıyor. “Bu toplantılarda stresten uzak durup zaman aralığı biçmeden her şey konuşuluyor” diyor Çimen.

Kuçe’de bir dayanışma rafı da mevcut. “Raftaki ürünlere yüzde 5-10 arasında pay koyarak satıyoruz. Amacımız emeği görünür kılmak” diye ekliyor Çimen. Yemek fiyatlandırma konusunda tartışmalar sürüyor. “Mevcut bütçemle Kuçe’den düzenli yemek yiyemem, ama nitelik arayanlar, makûl bütçeye sahip olanlar için fiyatlar çok yüksek değil, daha da aşağı çekmeye çalışıyoruz.”Çimen, fiyatların standartlaşması için “iyi bir işletmeci”ye ihtiyaç duyduklarını söylüyor, şaka yollu.

Kuçe’de “işbölümü, sorumlulukların dağılımı, geçimlik ekonominin düzenlenmesi, bireyselciliğin karşısına kapsayıcılığın yerleştirilmesi ve faaliyetin nasıl genişleyeceği” gibi birçok mesele ve soru mevcut. Bu amaçla kooperatif kurmaya yönelmişler. Halen Zapatista Kahve Kolektifi, Bağımsız Atölye ve Karaburun Kolektifi ile bir kooperatif modeli üzerine çalışıyorlar.

Geleceğe dair

Toplantının sonunda geleceğe dair ucu açık pek çok soru soruldu. Belli başlılarını toparlayalım. Eski tip büyük işyerlerinin parçalandığı, taşeronlaşmanın genelleştiği, sınıf kompozisyonunun değiştiği günümüzde, yeni dayanışma biçimleri nasıl hayata geçecek? Bu pratikler, daha yatay, eşitlikçi ilişkileri nasıl üretecek? Sınıf hafızasında bazısı kaybolan, bazısı hâlâ canlı geçmiş deneyimler geleceğe dair ne söylüyor? Alternatif deneyimler nasıl yaygınlaşacak? Yoksa, her daim alternatif kalmaya mahkûmlar mı?

Öte yandan yerel seçimler sonrası kooperatifçiliğe yapılan vurgu hızla artıyor. Belli ki toplumsal bir ihtiyaç verili koşullarla birleşiyor: İşsizlik çığ gibi artıyor, kentlerdeki kriz derinleşiyor. Bu durum yerel yönetim düzeyinde sınıf mücadelesini hayal etmeyi mümkün kılıyor. İBB meclis toplantısının yüz binlerce insan tarafından izlenmesi bu ilginin göstergesi. Bu ilgi, özünde özyönetim arayışının ifadesi olabilir mi? Ayrıca kriz koşulları siyasal iradenin kentsel ihtiyaçları karşılayamadığı bir durum yarattığında, yerel yönetimlerin özyönetim pratiklerinin önünü açmak zorunda kalması da söz konusu olabilir.

Peki halihazırdaki dayanışma ekonomileri örnekleri böyle bir ölçek büyümesine hazır mı? Buna yönelik bir örgütlenme perspektifine, örgütsel kapasiteye, cesarete ve isteğe sahip mi? Çoğunlukla gönüllülük üzerine işleyen, hayat gailesi ile gönüllü aktivizmini dengeleyemeyen oluşumlar söz konusu olunca şüphe duymak makûl gözüküyor. Oysa sürdürülebilir, kalıcı sistemler ancak uzun erimli planlarla, ciddi sorumlulukların alınmasıyla mümkün. Gönüllülüğü aşarak sorumluluk alıp süreklilik arz eden ilişkileri nasıl inşa edeceğiz? Çuvallayan örneklerde ne başarılamadı? Mevcut halde emek örgütleri ile kooperatifler nasıl işbirlikleri geliştirebilir? Sendikalar kooperatifçilikten neler öğrenilebilir? Bu noktalar üzerine düşünmek, ölçek atlamanın önünü açmak için elzem gözüküyor. Bu sorular önümüzdeki dönem daha fazla sorulacak. İşyerlerinde ve hayatın tamamında özyönetim istiyoruz. Başarmak için ise daha fazla cüret gerek.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir