Görünmeyen ve İnşa Edilmeyi Bekleyen Bir Alan: Çalışmanın ve Emeğin Ruhsallığı

Eser Sandıkçı, Psikolog, TODAP (Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği)

Kaynak: Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 70, s.10-14.

Çalışmak ya da Çalış(a)mamak: Bütün Mesele Bu Mu?

“Ne iş yapıyorsun(uz)?”sorusu günümüzde ikili ve toplumsal ilişkileri başlatan ve ardından gelişecek ilişkinin rotasını belirleyen en kilit soru konumundadır.Çünkü; çok da uzun olmayan bir zamandır-iki yüzyıldan az- çalışmaya dayalı toplumlarda yaşamaktayız. Çalışmaya dayalı toplumlarda çalışma,gelir elde etmenin temel aracıdır. Ancak bu toplumlarda çalışmanın misyonu gelir elde etmekle sınırlı değildir, çalışma aynı zamanda bolluk hedefine erişmenin ve saygınlık elde etmenin aracıdır. Bu toplumlarda çalışma, insanın kendi dışarısı – insani bir şey yaratmak için karşı durduğu doğa ve diğer insanlarla- ilişkiye girmesini sağlayan temel faaliyettir. Çalışma bizim toplumsallığımızın tümüdür. Yalnızca dünyayla ilişkilerimizi değil aynı zamanda toplumsal ilişkilerimizi de baştan sona çalışma yapılandırır.Yani çalışma temel bir toplumsal ilişkidir; bir çok toplumsal ilişkiyi belirler ve etkiler. Dahası, on yedinci yüzyıldan bugüne dünya görüşümüzün merkezinde bulunmaktadır. Ortaya çıkışı özel bir politik- toplumsal duruma denk düşen inşa edilmiş bir kategoridir söz konusu olan (1).

Çalışmaya dayalı günümüz toplumlarının ruh halini yansıtması açısından Clark ve arkadaşlarının 2008 yılında yayınladıkları boylamsal araştırmasının sonuçları oldukça çarpıcıdır. Clark ve arkadaşları yüz otuz bin kişiyi on yıl boyunca gözlemlemiş; evlenme, boşanma, çocuk sahibi olma, eşin ölümü gibi olayların insan mutluluğu üstündeki uzun süreli etkilerini incelemişlerdir. Araştırma sonuçlarına göre, başa gelmesinin üstünden beş yıl geçtikten sonra bile etkisinden kurtulamadığımız tek felaketin işsiz kalmak olduğunu savunmuşlardır. Eşin ölümü gibi travmatik süreçlerin etkisi birkaç yıl içinde geçerken ve kişi eski esenlik (well-being) düzeyine ulaşırken, işsiz kalmanın etkisi uzun yıllar sürmektedir (2). Ayrıca işyerinde psikolojik şiddet yaşayanlarda travma sonra stres bozukluğunun tecavüze uğrayanlardan daha yüksek düzeyde olabildiğine dair düşündürücü veriler sunan çeşitli çalışmalar da bulunmaktadır (3).

Çalışmaya dayalı toplumlarda çalışmayı meşrulaştıran düşünceler hakimdir. Bu düşünceler farklı ideolojiler, siyasal ve felsefi akımlar tarafından sahiplenilmektedir. Çalışmayı meşrulaştıran düşüncelere göre; çalışma insanın özüdür, toplumsal bağı ve kendini gerçekleştirmenin yeridir ve böylede olmalıdır. Çalışmanın bir özü ve antropolojik karakteri vardır, yani çalışmanın izine her zaman ve her yerde rastlanmaktadır.Bu da yaratıcılıktan, buluşçuluktan ve kısıtlamalarla mücadeleden oluşur ve çalışmaya ıstırap ve kendini gerçekleştirme olarak ikili boyutunu veren de budur.Çalışmayı meşrulaştıran düşüncelerde ütopik bir çalışma kavramına inanç mevcuttur (1).

Çalışmanın insanların yaşamlarında zamansal olarak kapladığı süre, toplumsal ilişkilerin kurulmasında ve çalışanların anlam dünyalarında önemli yer teşkil etmesi gibi bir çok etkene bağlı olarak çalışmanın insanların ruhsallığı üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Çalışmanın ruhsallığı tartışmasını yürütürken günümüzde hakim olan çalışmayı meşrulaştırıcı düşüncelerle birlikte bu hakim düşünsel formasyonu daha iyi anlamamızı sağlayan eleştirel fikirler üzerine de düşünmek faydalı olacaktır.

Çalışmaya dayalı toplumları ve çalışmayı meşrulaştırıcı düşünceleri eleştiren düşünürlerin başında kuşkusuz Fransız sosyalist siyasetçi Paul Lafargue gelir.Günümüz toplumlarında ancak çalışanın yaşamaya hakkı olduğu şeklindeki “çalışma hakkı” prensibine karşı koyan Lafargue, “tembellik hakkı” adı altında ‘boş zaman hakkı’nı savunur. Lafargue’ya göre emekçiler günde 14-16 saat çok güç koşullarda çalışmak suretiyle tüm insani, moral ve sanatsal yaratıcılıklarını yitirmektedirler. Bu durum emekçilerin varoluşsal bilinçlerinin aşınmasına ve yönetici seçkinlerin onlar üzerindeki denetim ve eşgüdüm erkinin kurumlaşmasına yol açmaktadır (4).

Varoluşçu ve Marksist akımlardan etkilenmiş Fransız düşünür Andre Gorz, modernite ile dönüşüme uğrayan çalışmanın temel karakteristiğinin‘başkaları tarafından tanımlanan, talep edilen ve ücretlendirilen bir kamusal faaliyet’ olduğunu ifade eder. Gorz, çalışmaya atfedilen merkeziliğin yaşamın bütünselliğini parçaladığını belirtir ve“çalışmak için mi yaşıyoruz, yaşamak için mi çalışıyoruz” sorusuna dikkatleri çekerek modern toplumun yapılanma şeklini sorgular (5).

Otonomist feminist Kathi Weeks de kafa karıştırıcı olanın “yaşamak için çalışmak gerekir” şeklindeki mevcut gerçekliğin kabulünden ziyade “çalışmak için yaşamak gönüllülüğü” olduğunu söyler. Aynı şekilde niçin çalışmaya bu kadar saygı gösterildiğini anlamanın kolay olduğunu ancak ona neden başka meşgale ve faaliyetlerden daha fazla değer biçildiğinin pek açık olmadığını vurgular (6).

Alman Marksist psikanalist Erich Fromm, kapitalist çalışma ve yaşama düzeninde insanların çok çalışması, aktif, itaatkar, dakik ve sorumlu olunması yönünde bireyler sürekli olarak manüple edildiğini savunur.Modern bireyler kapitalist hegemonik değerlerin baskıcı dayatmaları karşısında tercihlerinin doğal mı yapay mı olduğunu anlayamamakta, zaman içerisinde içselleştirdiği değer ve anlayışlara uygun hareket eden bilinci yönlendirilmiş birey haline gelmektedir(7).

İngiliz felsefeci Bertrand Russel, çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savunmuştur. Zorunlu çalışma, ancak boş zamanı zevkli kılacak ölçüde olmalıdır. Bitkinlik, yorgunluk meydana getirecek ölçüde olmamalıdır. Bu durumda insanlar çalışma yorgunu olmayacaklarından boş vakitlerinde edilgin ve yavan eğlencelerle yetinmeyeceklerdir. Boş vakit zorunluluk ve bağlayıcılık dışı özgürlükçü eğilimleri besleyecek, insanlar daha mutlu yaşama imkanına sahip olacaklar, sevgi, özveri, hoşgörü vb. erdemler sosyal hayata egemen olacaktır.Makinevari çalışma, bireyi köleleştirmektedir. Aylak olmak, insancıl, doğal ve sosyal varoluş ve erdemli bir hayat için kaçınılmaz bir gerekliliktir(8).

Fransız felsefeci Dominique Meda ise çalışmayı yaşamı kazanmak için yaşamı yitirmek olarak tanımlar. Bunun da yabancılaşmanın doruğu olduğunu söyler. Çalışmanın antropolojik değil tarihsel bir kategori olduğunu savunur.Çalışma tarihin her döneminde bugünkü şekliyle gerçekleşmemiştir. Meda, “nasıl oldu da sonunda çalışmayı ve üretimi bireysel ve toplumsal yaşamımızın merkezi olarak kabul ettik”, “çalışma hangi yollardan geçtikten sonra, -bireyler için- kendini gerçekleştirmenin aracı olarak ve -toplum için- toplumsal bağın merkezi olarak yorumlanabildi”, “çalışmanın ezelden beridir var olmamasının nedenleri nelerdir ve hangi evrelerden geçerek keşfedilmiştir”, “çalışmaya dayalı toplumlara özgü ütopya, günümüzde çalışmayı meşrulaştırıcı düşüncelerin barındırdığı çelişkileri anlamayı ne ölçüde sağlamaktadır “sorularına cevap arar (1).

Psikoloji Biliminin Çalışmaya Bakışı

Çalışma kavramını icat edenler iktisatçılardır.İlk kez onlar çalışmaya homojen bir anlam vermişlerdir. İktisatçılara göre çalışma/emek inşa edilmiş, araçsal bir şeydir ve özü zamandır.Adam Smith’in Ulusların Zenginliği (1776) adlı eseriyle birlikte çalışma ve emek kavramları ilk kez ekonomi politik sahnesine girer ve orayı istila eder. Smith’in eseri bizzat çalışmanın doğası üzerine bir araştırma değildir. Çalışmanın, zenginlik artışının ana aracı olması Smith’i ilgilendiren tek öğedir. Çalışmaya dair Smith’in tanımı tamamen araçsal bir tanımdır: Çalışma, değer yaratmayı sağlayan insani ve/veya mekanik güçtür.18.yüzyılda neredeyse hiçbir yerde olmayan çalışma kavramı Smith’in “Ulusların Zenginliği” eserinden sonra artık her yerde mevcuttur (1,9).

İnsanın bencil ve rasyonel olduğuna varsayımına dayanan iktisat bilimi,iktisadi süreçlerin ve beraberinde çalışma ve istihdam sorunlarının çalışanlar üzerindeki ruhsal tahribatlarını sorunsallaştırmaz(10).

Meda, çalışma konusunun sadece iktisatçıların tekelinde olmadığını, bu konunun kolektif olarak, bilinçli bir şekilde ve gerçek bir soykütüksel girişim ile tartışılması gerektiğine vurgu yapar(1).

Psikoloji biliminin çalışma ile ilgilenmesi yirminci yüzyılda olmuştur. Endüstri ve örgüt psikolojisi ismi ile psikolojinin uygulama alanının ilk ortaya çıktığı ülke ABD’dir. İlk önceleri bu bölüme sadece endüstri psikolojisi adı verilmiş, daha sonra 1970’li yıllarda endüstri ve örgüt psikolojisine çevrilmiştir.Çalışma psikolojisi ise kapsadığı konular açısından endüstri/örgüt psikolojisine Avrupa’da verilen isimdir. İngiltere’de ise tercih edilen isim iş psikolojisidir(occupational psychology). Almanya’da çalışma ve iş psikolojisi (arbeit/berufpsychologie), İtalya’da çalışma psikolojisi (psicologia del lavoro), Polonya’da psikoteknik (psychotechnics) ve Fransa’da çalışma psikolojisi (psychologie du travail) olarak isimlendirilmektedir. Avrupa ülkelerinde son yıllarda çalışma psikolojisi alanı, çalışma ve örgüt psikolojisi olarak da adlandırılmaktadır. Çalışma psikolojisi bireysel öğeleri, örgütsel psikoloji grup ve örgüt öğelerini kapsadığı için tercih edilmektedir. Ancak her iki alanı yansıttığı kabul edilen çalışma psikolojisi isminin kullanımı yaygındır. Türkiye’de ise üniversitelerin psikoloji bölümlerinde endüstri ve örgüt psikolojisi, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bölümlerinde çalışma psikolojisi ismiyle akademik çalışmalarını yürüten, lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersleri bulunan anabilim dalları bulunmaktadır.

Morris Viteles(1938), endüstri ve örgüt psikolojisini, “kişilerin üretkenliğini maksimum düzeye çıkarmayı, çalıştığı örgüte ve işe uyumunu ise en yüksek seviyeye ulaştırmayı amaçlayan bir dal” olarak tanımlanmıştır(12).

Ahmet Alpay Dikmen,“örgüt/çalışma psikolojisi denilince işyerine hapsedilmiş çalışanların işe ve işyerine algı, tutum ve davranışlarının olumlu bir yönde geliştirilmesine yönelik olarak yürütülen bir dizi çalışma anlaşılmalıdır der. Dikmen, bu sayede çalışanların performans gelişiminin hedeflendiğinin altını çizer. Bu gelişmelerin tümünün ise bir tür “güdülenme” artışından kaynaklandığı sonucuna varılmaktadır. Çalışanlarda güdülenme artışı yaratabilmek için ise genel olarak ‘grup dinamikleri’nden ve örgüt içi iletişim kanallarından yararlanılmaktadır(13).

Dikmen, çalışma psikolojisinin tek sorunsalının “bir insana en sıkıcı ve en berbat işleri mümkünse en ucuza yaptıralım ama aynı zamanda da bu kişi o işleri berbat ve sıkıcı olarak algılamasın; hatta bu durumda kendisiyle ve işyeriyle gurur duysun; yöneticilerine ve işyerine minnettar olsun” şeklinde tarif edilebileceğini ve bu sorunsalında son derece ideolojik olduğunu savunur.Bu ideolojik sorunsalın kurumsallaştırılmasında, 1920’li yılların sonu 1930’lu yılların başından beri özellikle sanayi devi şirketlerden elde ettiği fonlar sayesinde araştırma yapan ve disiplini bu araştırmalar üzerinden kuran bir akademik yaklaşımın da etkisi büyüktür(13).

Endüstri ve örgüt psikolojisinin gelişiminde sermayenin ihtiyaçları ile birlikte birinci ve ikinci dünya savaşında hızlanan militarist uygulamaların ciddi payı olmuştur.Birinci dünya savaşı sürecinde bir milyondan fazla askerin orduya alımına ve yerleştirilmesine yönelik zihinsel yetenek testleri hazırlanmıştır. Asker seçimi için hazırlanan bu testler daha sonra işverenler tarafından işçi alımında kullanılmaya başlanmıştır.İkinci dünya savaşı sırasında da psikologlar orduda performans değerlendirme, eğitim, takım geliştirme ve tutum değişikleri üzerine çalışmalar gerçekleştirmişlerdir.Psikologlar, teknoloji ile birlikte farklılaşan uçak ve silahların yarattığı sorunları önlemek amacıyla savaş araçlarının standardizasyonu ile ilgili önerilerde bulunmuşlardır. Savaş sonrasında orduya katkı sunan bu uygulamalar özel sektöre uygulanmıştır. Bu dönemde akademi, sermaye çevrelerinde ve askeriyede, liderlik, grup davranışı, tutumlar, örgütsel iletişim, karar verme konularına yönelik araştırma sayılarında eş zamanlı artış olmuştur (12,14).

Günümüz çalışma koşullarında çalışanlar nasıl etkilenmektedir; çalışma süresi, hızı, işsizlik ve güvencesizlik çalışanların üzerinde nasıl tahribatlara yol açmaktadır; çalışanlar çalışırken ruhsal olarak nasıl yaralanmaktadır gibi sorular endüstri ve örgüt psikolojisi ve diğer psikoloji alt dallarınca da sorunsallaştırılmamaktadır. Çalışanların verimliliğini yükselterek sermayenin ruh halini iyileştirmeyi hedefleyen ana akım endüstri ve örgüt psikolojisi çalışmalarının karşısında emeğin ruhsallığının sorunsallaştırılması çalışanlar açısından gerekli teorik birikimin sağlanması ve bununla ilgili pratiğin inşa edilebilmesi için yaşamsaldır. Emeğin ruhsallığını tartışabilmek için tüm dünyada emek hareketinin bu konuya ilgisine ve emek dostu psikologların buna adanmış sistematik ve gönüllü çabasına ihtiyaç duyulmaktadır.

Emeğin Ruhsallığı Tartışmasına Giriş Niyetine

Paul Sweezy,Harry Braverman’ın “Emek ve Tekelci Sermaye” adlı eserine yazdığı önsözde, bir önsöz için pek de alışıldık olmayan bir şekilde Braverman’ın kitabına eleştiri sunar. Bu eleştirinin aynı zamanda Paul Baran ile birlikte yazdıkları Tekelci Kapitalizm adlı çalışmaları için de geçerli olduğunu ekler. Sweezy’nin yönelttiği eleştiri, her iki çalışmanın da işçi sınıfının tekelci kapitalizm koşulları altında yaşadığı gelişmenin öznel yönlerini yani işçi sınıfının ruhsallığını içermemesidir. Ve bu eleştirinin ardından bu görevin ele alınmayı beklediğini vurgular ve bu görevi üstlenecek kişinin, Braverman’ın çalışmasında üzerinde yükselebileceği sağlam ve vazgeçilmez bir temel bulacağını sözlerine ekler (15).

Thompson’un da vurguladığı gibi sınıf bir “yapı” ya da ” kategori” değil, “insan ilişkilerinde gerçekleşen bir şey”dir. İktisat ve psikoloji disiplinlerinde yeteri kadar sorunsallaştırılmamış işçi sınıfının ruhsal yaraları, eleştirel çalışmalarda ve emek hareketinin gündeminde yeteri kadar yer görünür hale gelememiştir (16).

Emeğin ruhsallığı tartışmasını yürütme çabasına girişirken günümüz çalışma ilişkilerinin oluşma ve kurumsallaşma sürecine bakmaktafayda var.Farklı öznelerden oluşan işçi sınıfının ortak bir ruhsallığı mümkün müdür sorusuna, John Holloway’ın emek tarihini ve Karl Marks’ın Kapital adlı eserini etüt ederek vurguladığı kişiselleştirme ve karakter maskesi kavramlarının ışık tutabileceğini düşünüyorum: “Tıpkı emek gibi emekçi de, yüzyıllar süren mücadelelerin ürünüdür.Eyleyenler, yarı yabaniler,aç bırakılarak, baskıyla, eğitimle, disiplin yoluyla belirli davranış biçimleri benimsemek, emek vermeyi öğrenmek zorunda bırakılırlar.Günün belirli saatlerinde emek veren, patronların emirlerine uyan ya da piyasanın taleplerini yerine getiren emekçiler haline gelirler.Böylece insanlar, yeni toplumsallaşma biçiminin dayattığı işleyişin baskısına uyum göstermek zorunda bırakılmış;uyum göstermeyenlerin kökü kurutulmuştur.Üzerimizdeki toplumsal işleyişin baskısına uyum sağlamak, kişileştirme olarak görülebilir. Toplumsal bir ilişkiyi kişileştirmiş oluruz. Marks kapitalist ile işçinin, sermaye ve emeğin kişileşmiş halleri olarak görülmesinde ısrarcıdır:”Kapitalist, yalnızca kişileşmiş sermaye olarak sermayenin bir kişide vücut bulmuş hali olarak işlev görür; tıpkı işçinin kişileşmiş emekten başka bir şey olmaması gibi. Bu emek, işçi için, yalnızca bir eziyet ve çaba harcamadır; oysa emek, zenginlik yaratan bir nesne olarak kapitaliste aittir.”Kapitalist çok iyi ve çocuklarına karşı nazik bir insan olabilir; ancak kendisini sermayenin işleyişine ve karını maksimize etmeye (ve sonuçta emek sömürüsü ile artı-değeri maksimize etmeye) adamadığı takdirde, iş hayatından tasfiye olacak ve kapitalistliği sonu bulacaktır. benzer bir durum işçi içinde geçerlidir. emek vermez ve işverenin emirlerine uymazsa,çok geçmeden işini kaybedecek ve emekçiliği son bulacaktır. Kişisel eğilimlerimiz ne olursa olsun, bir rol, bir kişilik benimsemek ve bir “karakter maskesi” takınmak zorunda kalırız.”(17).

Holloway’i izlersek farklı öznelliklerimiz olan bireyler olmamızla birlikte çalışma sürecinde bulunduğumuz konumların rollerini kişileştiriyor ve bu rollerin gerektirdiği karakter maskelerini takıyoruz.Bu kavramlar emeğin kendine ait özgün ruhsallığı olduğuna dair önemli bir teorik çerçeveyi üzerinde düşünmemiz ve geliştirmemiz üzere bize sunuyor.

Emeğin ruhsallığı tartışmasını yürütmek istediğimizde milyonlarca insanın hapsedildiği iş, işsizlik, güvencesizlik kıskacının, insanın biyolojik ritmiyle çalışmanın ritmi arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların, çalışmaya yüklenen anlamların, işe yüklenen duyguların, işyerinde psikolojik şiddetin, iş cinayetleri ve meslek hastalıklarının çalışanların bilinç ve bilinçdışında nasıl etkiler yarattığı eleştirel bir psikoloji perspektifi ile tartışılmayı, cevaplar aranmayı bekliyor (18-20).

Bitirirken

“Paranın ve emek-gücünün sahipleriyle birlikte, her şeyin yüzeyde ve herkesin gözü önünde cereyan ettiği bu gürültülü mekanı terk edelim ve onları üretimin saklı mekanına dek takip edelim, o mekanki eşiğinde şu uyarı yazılıdır. “İşi olmayan giremez.” Burada yalnızca sermeyenin nasıl ürettiğini değil, bizzat kendisinin nasıl üretildiğini göreceğiz.” Karl Marx (21)

“Çalışma günümüz toplumlarında bir muammadır. Toplumsal varlığın başka hiçbir alanı hakim ideoloji tarafından böyle sisler içine gömülmüş, böylesine gözlerden gizlenmiş değildir.” John Bellamy Foster (15)

“Kapitalizm açısından hakikatin gizlenmesinin böylesine önem taşıdığı başka bir konu mevcut değildir. ” Paul Sweezy (15)

Marx, Foster ve Sweezy’nin de vurguladığı gibi günümüzde çalışma ve emek sisler içine gömülmüş , gözlerden gizlenerek üzerine konuşulmaz haldedir.”Saklı mekanlara” hapsedilen çalışmanın popüler kültürde, medyada, haberlerde, filmlerde, dizilerde, müziklerde,kliplerde,bilgisayar oyunlarında, iktisatta, psikolojide ve diğer sosyal bilimlerde “muamma” ve “gizlenmiş” hali sürmektedir. Bilimde, ideolojide ve politikada ne kadar görülmek istenmese de emek sürecinin yarattığı ruhsal tahribatlar emekçilerin bilincinde ve bilinçdışında her gün sabahtan akşama, akşamdan sabaha etkilerini sürdürmektedir. Emek mücadelesi yürüten öznelere ve bilim insanlarına bunu hissetmek ,anlamaya ve açıklamaya çalışmak sorumluluğu düşmektedir.

Kaynakça

  1. Meda D ” Emek Kaybolma Yolunda Bir Değer mi?” İletişim, İstanbul, 2005
  2. Clark AE, Diener E, Georgellis Y, Lucas RE. “Lags and leads in life satisfaction: A test of the baseline hypothesis” The Economic Journal. 2008;118(529):222-43.
  3. Başterzi A.D “İş yaşamı, mobbing ve ruhsal sağlık”, Sesli Kadınlar, Mart 2012
  4. Lafargue P ” Tembellik Hakkı” Ayrıntı, İstanbul, 2015
  5. Gorz A “İktisadi Aklın Eleştirisi”,Ayrıntı, İstanbul, 1995
  6. Weeks K “Çalışma Sorunu” Ayrıntı, İstanbul, 2014
  7. Fromm E, “Sağlıklı Toplum” Payel, İstanbul, 1996
  8. Russel B, “Aylaklığa Övgü” Cem Yayınları, İstanbul, 1999
  9. Smith A “Milletlerin Zenginliği” İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2006
  10. Biton Ruben E “İktisadın Unuttuğu İnsan” Bağlam, İstanbul, 2011
  11. Keser, A “Çalışma Psikolojisi” Umuttepe Yayınları, Kocaeli, 2016
  12. Izgar H “Endüstri ve Örgüt Psikolojisi” Eğitim Kitapevi, Konya, 2012
  13. Dikmen A.A “Makine İş Kapitalizm ve İnsan” TanYayınları, Ankara, 2011
  14. Sandıkcı E, ” Gelişen Teknoloji ve Artan Sömürü Karşısında Emek Eksenli Bir Çalışma Psikolojisi Mümkün mü?”Karaburun Bilim Kongresi, İzmir, 2012
  15. Braverman H “Emek ve Tekelci Sermaye”, Kalkedon, İstanbul, 2008
  16. Thompson E.P, “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” İletişim, İstanbul, 2004
    17.Holloway J “Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak” İstanbul, Otonom, 2011
    18.Sandıkçı E “Güvencesiz Zamanların İşçi Sınıfında Açtığı Yaralar”,İçinde: Melda Yaman, Gülistan Yarkın, Gürçağ Tuna, Fuat Ercan (Der). Emeğin Kitabı, SAV, İstanbul, 2014
  17. Sandıkçı E “Kriz Günlerinde İnsan ve Ruhsallığı Üzerine Düşünmek” Kriz Çalıştayı, Yeni Emek Ofisi, İstanbul, 2018
  18. Sandıkçı E, “Emeğin Ruhsallığı” Eleştirel Sosyalist Düşünce Tartışmaları, İstanbul,2017
  19. Marx K “Kapital Cilt 1″Yordam, İstanbul, 2011

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir